31 Aralık 2007 Pazartesi

Çin

Eski devirlere ait yapılan araştırmalar Çin hakkında devamlı yeni bilgiler vermektedir. Ülkeyi yöneten ilk hanedan olarak Hya ve Şang sülaleleri bilinmektedir. Hya sülalesi hakkında bilinen tek bilgi hükümdarların isimleridir. Şang sülalesinin, yapılan araştırmalar neticesinde yaklaşık olarak M.Ö. 1450-1050 seneleri arasında Çin ovalarına hakim oldukları bilinmektedir.M.Ö. 1050-220 yılları arasında değişik çeşitli uygulamalarla Çov Sülalesi yönetmiştir. Şang Sülalesini yıkarak başa geçen Çov Sülalesi, M.Ö. 1050-771 seneleri arasında feodal bir idare kurdular. Ülkede, feodal devletler bağımsız devletler halinde gelişmeye başladı. Bu durum hükümdarın gücünün azalmasına ve feodal devletler arasında savaşa sebep oldu. Batıdan gelenTürk ve Moğollar, ülkenin büyük bir kısmını fethettiler. Batı milletlerinin eline düşmüş olan topraklarından büyük bir kısmını Çin beyi Tsin, geri aldı. Böylelikle devleti önemli feodal devletlerden biri oldu.M.Ö. 770-472 devri: Feodal beylerin kendi aralarında iç savaşlara giriştikleri bir devirdir. Bu savaşlar neticesinde yedi bey kalmış ve bunlar da kral şanını alarak Çov Sülalesinden ayrıldılar. M.Ö. 472-221 iç savaş sonunda M.Ö. 453 senelerinde Tsin’in feodal devleti üç devlete bölündü.M.Ö. 221-206 aralarında Tsin’in Sülalesi memleketi mutlakiyetle idare etti. Tekerlek dingillerinin standartlaştırılması ve bazı ölçü birimlerinin kullanılmaya başlaması Çin tarihinin bu safhasına ait önemli hadiselerdir. Kuzeyden gelen saldırılardan (Hun saldırıları) korunmak için Çin Seddinin ilk şekli olan toprak tabyalar yapıldı. Doğu Çin bölgesinde başlayan bir ayaklanma, uzun süren savaşlara sebepiyet verdi ve bu savaşlar sonunda Han Sülalesi yönetimi ele geçirdi ise de, bir müddet sonra idare değişti.M.Ö. 206 yılında yönetimi, küçük rütbeli bir asker olan Lui Ki ele geçirerek Han Sülalesini (asiller) kurdu. M.S. 168 senesinde meydana gelen bir hükumet darbesi üzerine 220 senesine kadar devam eden iç savaşlar devri başladı. Büyük bir halk ayaklanması bastırıldı. Bu iç savaş neticesinde ülke üçe bölündü, kuzeyde Vey (220-264), güneydoğuda Vu (229-280), güneybatı Şu (221-263) imparatorlukları kuruldu.Göçlerin arttığı devirde, Tsin Sülalesinin (265-316) başa geçerek, parçalanan Çin’i birleştirmeleri de ülkeye huzur ve istikrar getirdi. Daha önceleri ücretle kullanılan milletler bu savaşlarda (asillerin savaşlarında) o derece kuvvetlendiler ki, bunlardan Hyung-nu’lar (Hunlar) 303’te yeni bir devlet (Han) kurdular. Bu sülale Çin İmparatorunu iki defa esir almış ve 317’den başlayarak bütün Kuzey Çin’de hakimiyet kurmayı başarmıştır. Bunun üzerine Tsin Âilesi kuzeye inerek burada Doğu Tsin Sülalesini (317-419) kurdu. Güney Çin’de 580 senesine kadar çeşitli sülalelerin kurduğu muhtelif devletler görülür. Suy Sülalesi (581-618) Çin’i birleştirmeye muvaffak oldu. Bu kısa ömürlü hanedan zamanında Çin, Vietnam’ın kuzey ve güneyini ve Tibet’in kuzeyini ele geçirdi. Çin’in nüfuzunu tekrar Orta Asya’da hissettirdi. Bu devrede Kuzey ve Orta Çin Ovasındaki ticari münasebetleri kolaylaştırmak için kanallar açıldı.Ancak bütün bu işlerin yapılması için yabancılardan yardım istenmesi Suy Sülalesinin sonu oldu. T’ang Sülalesi (618-907) işbaşına geldi. Bu hanedan devrinde (664) toprakların yeniden taksimi ve vergilendirilmesi yapılmıştır. Müslüman Arapların saldırıları üzerine Türkistan Çin’in elinden çıktı.Bundan sonra Türkler devlet idaresinde önemli mevkilere yerleştiler ve sık sık vuku bulan ihtilallerde önemli rol oynadılar. T’ang Hanedanının düşüşünden sonra 960 tarihine kadar 5 küçük hanedan iş başına geçti. Bu devirde Kuzey ve Güney Çin’de küçük eyaletler şeklinde devletler meydana çıkmıştı. 960 tarihinde iş başına geçen Sung Hanedanı zamanında Çin İmparatorluğunun birliği yeniden tesis edilmeye çalışılmış, ancak bunda muvaffak olunamamıştır.Bu hanedan devrinde birçok şehirler kuruldu ve barut kullanılmaya başlandı. Mimari, tarih, şiir, resim, porselen ve bahçecilikte çok yüksek bir seviyeye ulaştılar. Elde bulunan tarihi dokümanlar bu medeniyetin yüksekliğine delil teşkil etmektedir.Cengiz Han, 1206-27 yılları arasında Çin’i işgal etti ve Moğollar, 1214 yılında Sarı Nehirin kuzey tarafındaki bölgede hakimiyeti ele geçirdiler. 1271 tarihinde Kubilay Han, imparatorluğunu ilan etti. Böylece Yüan Hanedanının (1260-1368) ve başşehir Yenching (Pekin)i kurdular. Moğollarla beraber Yüan Hanedanı bütün Çin’i fethederek hakimiyetleri altına aldılar. Bundan sonra Moğollar Çin kültürünün etkisi altına girerek, din, örf ve adetlerinde, giyim ve kuşamlarında Çin örf ve adetlerini benimsediler.Chu Yüan Chang, Yüan Hanedanı yerine Ming Hanedanını (1368-1644) kurdu. Bu hanedan zamanında Moğollar, Baykal Gölünün kuzey tarafına sürüldü ve imparatorluk eski kuvvetine kavuştu. Yine bu devirde Avrupalılar Çin’e ulaştılar. Portekizliler ve İspanyollar 16. yüzyılda, Alman ve İngilizler 17. yüzyılda buraya geldiler. Ming Hanedanından sonra işbaşına geçen Ch’ing Hanedanı (1644-1912) zamanında, Avrupalı tüccarlar, Çin’in önemli kaynaklarını yıllarca batıya aktarıp, bundan istifade ettiler.Çin, uzun yıllar batıya kapalı kaldı. Çin’in batıya açılması 19. yüzyıl ortalarında başladı. Bu yıllarda Portekiz, İngiltere, Fransa, ABD ile ticari, siyasi münasebetler başladı. Bunlardan İngilizler, Hint pamuklukları ve afyonunu, çay ve ipekle değiştiriyorlardı. Çin üst makamları bu ticareti engellemeye çalıştılar. Bununla ilgili olarak afyon ithalini yasaklayan kararlar aldılar. Bunun üzerine İngilizlerle anlaşmazlıklar çıktı ve savaşlar başladı. Ancak bu savaşlar İngilizlerin galibiyeti ile sona erdi (1842).Yapılan anlaşma sonunda İngilizler daha geniş haklara sahip oldular. Bunun neticesi olarak beş Çin limanı İngilizlere açıldı ve Hong Kong Adası da İngilizlere bırakıldı. Bu savaşlara “Afyon Savaşı” adı verildi. Daha sonra yapılan anlaşmalarla ABDve Fransa’ya aynı haklar tanındı.Zamanla anlaşmaların uygulanması aksadı. Çinliler yabancıları ülkelerinden atmak istiyorlardı. Fakat onlar elde ettikleri imtiyazları geri vermeye niyetli olmadıkları gibi, bunları az buldular. Böylece, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ülkede ayaklanmalar oldu. Fakat bu ayaklanmalar yabancı güçler tarafından bastırıldı. 1858 yılında anlaşma uyarınca İngiliz ve Fransızlar yeni haklar kazandılar. Bir müddet sonra aynı menfaatler ABDve Rusya’ya da tanındı. Bu olaylardan sonra, Çin’de bir sükunet dönemi başladı.Çin-Japon Savaşları: Çin’in Kore üzerinde hakimiyet kurmak istemesi üzerine 1894 yılında ilk savaş başladı. Kore’de çıkan ayaklanmayı bastırmak üzere her iki ülke de Kore’ye asker gönderdi. Ayaklanma bastırıldı. Fakat daha sonra her iki ülke birbirleriyle savaşa tutuştular. Bu savaşlar sonunda Çin büyük kayıplara uğradı. 1895 yılında savaş sona erdi ve Çin, Kore’nin bağımsızlığını tanıdı, ayrıca Formoza Adasını da Japonya’ya vermek mecburiyetinde kaldı.1911’den sonra başa geçen Yuan Şi-K’ay monarşik bir idare kurmaya başlamışsa da muvaffak olmayarak 1916 ‘da öldü. Bu arada 1917’de sembolik olarak Birinci Dünya Savaşına girmiş ancak bir çok şehirleri bu arada Şanghay, Japonya tarafından işgal edilmiştir. 1925 yılında milliyetçilerin önderi olan Çiank Kayşek yönetimi ele geçirdi. Orduları ile Japonlara karşı savaşarak bir çok yerleri geri aldı. Bu arada Şanghay tekrar ele geçirildi. Ülkede 1920 yılında komünist partisi kuruldu ve taraftar toplamaya başladı. Bu parti, ülkede bir çok karışıklıklar çıkardı. Çiank- Kay-Şek bir taraftan Japonlarla savaşırken, bir taraftan da bu ayaklanmaları bastırmaya uğraşıyordu. Nihayet 1927’de komünistlerin başına geçen Mao Çe-Tung, Çu Enlay ve Çu Di ile komünist partisi güçlenerek ülke çapında teşkilatlanmaya, hükumet kuvvetleri ile çarpışmaya başladı.İkinci Dünya Savaşı sona erince, komünistlerle milliyetçiler başbaşa kaldılar. Mao Çe-Tung yönetimindeki komünist birlikleri ülkeye hakim oldular. ABD milliyetçilere yardım eder göründü. ABD’nin Çin’e gönderdiği diplomatlar hep milliyetçilerin aleyhine çalışmış, onların komünistlerin eline geçmesine sebep olmuşlardır. Yönetim tamamen komünistlerin eline geçince, Milliyetçi Çin hükumeti, Formoza (Tay-Van) Adasına çekilmek zorunda kaldı. Böylece Çin ikiye ayrıldı: Çin Halk Cumhuriyeti ve Milliyetçi Çin Cumhuriyeti.1 Ekim 1949 yılında Mao Çe-Tung’un başkanlığında Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Böylece Çin’in Asya kıtasındaki bütün toprakları Çin Halk Cumhuriyeti’nin eline geçti. Milliyetçi Çin Cumhuriyeti de Formoza Adasına çekildi ve orada hükumet kurdu. Mao, 1976’da öldü. Mao’nun ölümünden sonra, Maoizm açıktan tenkid edilmeye başlandı. Çin idarecileri ABD ve Japonya ile ekonomik iş birliği yaptı.Mareşal Ye Cienying, Mao’nun yanlışlarını açıkladı. Eski katı durum kaldırılarak ekonomik ve siyasi yönde yumuşama başladı. Çin kapıları yabancı sermayeye açıldı. Son yıllarda demokratikleşme hareketleri kanlı bir şekilde bastırıldı.

Bulgaristan-Ulkeler Tarihi

Bugünkü Bulgaristan topraklarına, M.Ö. 30'larda Traklar denilen bir kavim, bir süre sonra da Romalılar hakim olmuştur. Altıncı yüzyılda İslavlar her tarafı yakıp yıkarak hakimiyeti ele geçirmişlerdir. M.S. 680 yıllarında Karadeniz'in kuzeyinden Bulgar Türklerinin gelmesi ile Bulgar tarihi başlamıştır.On-Oğuz grubundan olduğu bilinen bu Türklerin aynı zamanda Yukarı Tuna kıyıları ile birlikte Volga ve Kama vadilerini de idaresi altına alarak Büyük Bulgaristan adıyla 14. yüzyıla kadar varlığını devam ettirmiştir. Bu arada 11. yüzyıla kadar devam eden Birinci Bulgar Krallığı yıkılarak Peçenek, Guz ve Kumanlar (Kıpçak)vasıtasıyla İkinci Bulgar Krallığı kurulmuş, 1241 senesinde Moğol istilasına uğramıştı.Miladi 1331-1371 yıllarında Kral İvan Aleksandr zamanında Sırpların Balkanlarda üstünlük kurmasıyla zayıflamış, Osmanlı Hükümdarı Birinci Murad Han zamanında (1326-1389) Bulgaristan toprakları zaptedilmiştir. İvan Aleksandr'dan sonra Vidin ve Dobruca beylikleri ile Tırnova Krallığı Osmanlılara karşı çıkması üzerine 1393'te Tırnova, 1396'da Niğbolu Zaferlerinden sonra, Vidin ve 1400'de Dobruca zaptolunarak Bulgar Krallığı tamamen ortadan kaldırılmıştır.On altıncı yüzyılda Bulgaristan üzerinde Sırplar ve Macarlar üstünlük kurmak istemişlerse de güneyden gelen Osmanlı Devleti Bulgaristan'a hakim olarak düzenli bir idare getirdi. Bulgaristan'ı 500 yıl Osmanlılar idare etti. Bu dönemde idare, Sofya'da oturan Rumeli Beylerbeyi tarafından sağlanıyordu. Osmanlı İmparatorluk merkezine yakın olması ve sefer yolu üzerinde bulunması sebepiyle ticareti oldukça gelişme gösterdi. Bulgar tüccarlara geniş imtiyazlar tanındı.Osmanlılar, diğer tebaalarında olduğu gibi Bulgarlara da dini yönden baskı siyaseti gütmediler. Bulgarlar genellikle reaya adını taşıyan, vergiye tabi çiftçi sınıfları halinde kaldılar. Âdil idare ve imtiyazlı tüccar sınıfının bulunması ve benzeri müsbet Osmanlı siyasetine rağmen, 17. yüzyıl ortalarında Bulgaristan'da haydut denilen çeteler türeyerek isyan etmeye başladılar ve her fırsatta düşman ordularıyla Osmanlılara karşı birleşmekten geri kalmadılar.Devam eden bu isyanlar karşısında Osmanlı hükumeti "Çorbacı Nizamnamesi" gibi bazı kanuni tedbirler alarak, Bulgaristan'da asayişi korumaya çalıştı. Tuna vilayetinin başına bu maksatlarla getirilen ve geniş yetkilere sahip bulunan Midhat Paşa, Bulgaristan'a birçok hizmetler götürdü. Hatta Midhat Paşa, Hıristiyanlara yaranmak için ayyıldızlı Türk bayrağına bir de haç ilave etti. Bulgar ihtilal merkez komitesinin 20 Nisan 1875'te Koprivştitsa ve Panagyuviste'de başlattıkları büyük isyan da bastırıldı.1876 yılı Aralık ayında İstanbul'da toplanan büyük devletler, Bulgaristan'da iki muhtar bölge teşkilini teklif ettiler. Rusya bunu kabul etmedi. Midhat Paşa ısrarla Rusya'ya savaş açmamız için direndi. Neticede Rusya'ya savaş açıldı (20 Nisan 1877). Bulgarlar Rus ordusuna katıldıkları gibi, Türklere karşı tedhiş hareketlerine de giriştiler.Osmanlı-Rus savaşınin sonunda Ayastefanos Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Muhtar bir Bulgaristan idaresi kurulması kabul edilmişse de diğer büyük devletlerin baskısı ile Balkanlar ile Tuna arasında küçük bir Bulgar Prensliğinin kurulması şeklinde değiştirildi. Diğer bölgeler Romanya ve Sırbistan devletlerine bırakıldı. Bir süre sonra Rusya'nın mevcut Bulgar Prensliğinin idari ve içişlerine doğrudan karışması, Osmanlı hükumeti ile Avusturya ve İngiltere hükumetleri, Prensliği Rusya'nın tahakkümüne bırakmak istememelerinden bu hususta büyük devletlerin nüfuz mücadeleleri başladı.Bir süre sonra Bulgaristan Prensliğinde Prens Aleksandr idareyi ele alarak Bulgaristan birliğinin sağlanmasını temin etti ve tamamen Rusya'ya yaklaştı. Daha sonraki gelen idarecilerde iç ve dış ilişkilerin düzene sokulması gibi gelişmelerden sonra, 1904'te Türkiye aleyhine Sırbistan'la bir antlaşma imzaladı. 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra, 3 Ekim 1908'de tam bağımsızlığını ilan etti.8 Eylül 1944 ihtilalinden sonra Bulgaristan Komünist rejimi kabul ederek Varşova Paktına girdi. Rusya'da olan batıya açılma hareketleri, Bulgaristan'da büyük hızla yayıldı. Bir süre sonra, 35 senedir başta bulunan Cumhurbaşkanı Jivkov 10 Kasım 1989'da istifa etmek mecburiyetinde kaldı.29 Aralık 1989'da ülkede bulunan Türklere yeniden kendi adlarını kullanma ve serbestçe ibadet etme hürriyeti tanındı. 10-17 Haziran 1990'da iki kademeli ve 1932'den bu yana ilk defa yapılan çok partili seçimde 1943-1990 arasında Bulgaristan'ı idare eden Komünist Partisi (yeni ismi Bulgaristan Sosyalist Partisi) iktidar oldu.

Brezilya

21 Nisan 1500 yılında Portekizli bir gemici olan Pedro Alveras Cabrol, Hindistan'a gidiyorum zannıyla Güney Amerika'ya ayak bastı ve ülkeyi Portekiz kralı adına zaptettiğini ilan etti. 1530 yıllarında Martin Alfonso de Sousa liderliğindeki bir keşif gezisi esnasında, stratejik noktalar olan yerlere, Rio de Janerio ile bir yıl sonra da bugünkü Santos şehrinin banliyosü olan Sao Vicente şehirlerini kurdular.Piratiningo şehri de, 1532 yılında Sao Vicente yakınlarında yüksek bir bögede kuruldu. Portekizlerin İspanya hakimiyetine girdiği 1580'den 1640 tarihine kadar Brezilya bir İspanya sömürgesi oldu. 1640'ta Portekizliler Brezilya'yı tekrar ele geçirdiler. Hükumet merkezi 1763'te Salvador'dan Rio de Janerio'ya taşındı. Zira burası coğrafi ve stratejik bakımdan merkez olmaya daha uygundu.1698 yılında Sao Paulo'da bol miktarda altın bulundu. Daha sonra iç kesimlere Amazon havzasına yapılan keşif gezileri sonucu altından başka madenler de bulundu. Bölgede çeşitli feodal gruplar ortaya çıktıysa da fazla yaşamayıp yeniden birlik sağlandı.1572 yılında Brezilya'yı yönetim bakımından Salvador ve Rio de Janerio'dan ibaret olmak üzere ikiye ayıran sistem, 17. yüzyıl çeyreğine kadar devam etti. On altı ile on yedinci yüzyılda İspanyollar, İngilizler, Fransızlar ve Almanlar zaman zaman bu bölgeyi ele geçirmek istedilerse de muvaffak olamadılar. 1807'de Portekiz'in Napolyon Bonapart tarafından işgal edilmesi üzerine kral ailesi ve devletin bazı ileri gelenleri Brezilya'ya kaçtılar ve ertesi sene hükumet merkezini Rio de Janerio'da kurdular.Bu esnada Brezilya'nın nüfusu 2.500.000 olup, bunun 400.000'i beyaz 1.300.000 zenci ve 800.000'ini yerli halk teşkil ediyordu. Zenciler büyük şekerkamışı çiftliklerinde ve madenlerde çalıştırılmak üzere 1538 yılında Afrika'dan köle olarak getirilmişlerdi. 1819'da Napolyon'un Avrupa devletlerine yenilmesi üzerine Portekiz kralı, yeğeni Don Pedro'yu, Brezilya Genel Valisi bırakarak Portekiz'e geri döndü.1822'de Portekiz parlamentosu ilk koloni statüsüne geri dönmek isteyince, Brezilyalılar, Don Pedro Jose Boni Facia deAndrada Silvan'ın liderliğinde bağımsızlık hareketlerini başlattılar ve 7 Eylül 1822'de bağımsızlıklarını ilan edip, 1824'te liberal bir anayasa kabul ettiler. Düzensiz savaşlardan sonra Portekizliler Brezilya'nın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldılar. Brezilya 1889 yılına kadar krallıkla idare edildi.Latin Amerika'da en uzun süre krallıkla idare edilen tek ülke Brezilya idi. 1831 yılında Don Pedro, oğlu İkinci Don Pedro'ya tahtı terk etmek zorunda bırakıldı. İkinci Don Pedro zamanında modern Brezilya'nın temelleri atıldı. 1888'de 800.000 köylüye hürriyet verildi. 1889'da kansız bir darbe ile krallık idaresi yıkılarak cumhuriyet idaresi kuruldu. 1914'te siyasi birliği temin eden Brezilya, bütün dünya ülkeleri tarafından tanındı. İstikrarsız bir ülke olup, sık sık anayasa değişiklikleri ve ihtilaller olmaktadır.

Belçika

Belçika'ya ilk yerleşenler Belgealar olup, 5. asra kadar Roma İmparatorluğunun idaresi altındaydılar. Beşinci asırda ise Frankların istilasına maruz kaldılar. Daha sonra ülke Charles (Şarlken)in Batı imparatorluğuna dahil oldu. 1477'den sonra, Şarlken'in yeğeni Maximilian'ın eline geçti. Bundan sonra 300 sene kadar Belçika yabancılar tarafından idare edildi.1713'te Avusturya İmparatorluğunun eline geçti ve "Avusturya Hollandası" diye anıldı. Fransa 1813'te Belçika'yı işgal etti. 1815'te Napolyon yenilince, Belçika Hollandalıların idaresine girdi. 1830'da Belçikalılar birleşerek Fransa ve İngiltere'nin garantisi altında bağımsız bir devlet kurdular. 4 Haziran 1831 tarihinde bir krallık haline gelen Belçika, Afrika'da sömürgecilik hareketlerinde de bulundu.Sömürgelerinden en son Kongo, 3 Haziran 1960'da bağımsızlığını kazandı. Belçika, Birinci ve İkinci Dünya Savaşına iştirak etmiş olup her iki savaşta da Almanya tarafından işgal edilmiş, Almanya'nın yenik düşmesi üzerine işgalden kurtulmuştur. Birleşmiş Milletler ve NATO üyesidir.

Bosna-Hersek

Bosna-Hersek'in bilinen tarihi, Hint-Avrupa menşeli İlliryalılarla başlar. Bölge Romalılar tarafından ele geçirilince, Panoonia eyaletinin İllyricum bölümüne bağlandı. Slavlar bölgeye M.S. 7. asırda gelmeye başladılar. 961'den sonra Bosna, Sırbistan'ın diğer bölümlerinden ayrıldı. Bağımsız siyasi ve coğrafi bir birim olarak kabul edildi.Bölgeye ilk Türk akınları 1386 senesinde başladı. Bu sırada Bosna tahtında Beşinci Tvartko bulunuyordu. Kosova Savaşında Sırpların mağlubiyeti ve ardından Üsküp'ün fethi Bosna'nın durumunda önemli değişikliklere sebep oldu. Son kral Stefan Tomeseviç Bosna'da yaşayan kalabalık Bogomil mezhebine bağlı olanlara Papanın isteği doğrultusunda adil davranmayınca, Fatih Sultan Mehmed Han bölgeyi rahatlıkla Osmanlı topraklarına dahil etti.Slav, Hırvat ve Avar karışımı olan Boşnaklar 10. asırda Bogomil mezhebine bağlıydılar. Teslisi ve Hazret-i İsa'nın tanrının oğlu olduğunu kabul etmeyen inançları yüzünden uzun süre çevredeki diğer Hıristiyanların baskısı altında kaldılar. İnançları yüzünden, bölge Osmanlılar tarafından fethedilince, kolayca İslamiyeti seçerek Müslüman oldular. Anadolu'dan gelen dervişler yoluyla İslamiyet bölgede hızla yayıldı.Bosna, Osmanlı yönetimine geçince bir sancak haline getirildi. Kanuni Sultan SüleymanHan zamanında Macaristan'da kalan kuzey toprakları da fethedilince eyalet statüsüne alındı. Bosna eyaletine atanan ilk beylerbeyi Gazi Ferhad Paşa oldu. 19. asırdaki gelişmeler ve Osmanlı İmparatorluğunun batıda aldığı yenilgiler, Bosna eyaletini önemli ölçüde etkiledi.1827'de ilk ıslahatı gerçekleştiren ve gönüllü Yeniçeri Ocağını kaldıran Beylerbeyi Abdurrahman Paşa, güçlü bir askeri örgüt kurdu. Eğitim ve öğretim işlerini yürütmekle vazifeli maarif müdürlüğü kuruldu. Bu aynı zamanda Osmanlı Devletinde ilk maarif müdürlüğüydü. 1976'da Hersek ayrılarak önce mutasarrıflık, daha sonra da iki sancaklı küçük vilayet oldu. 1878'de yapılan Berlin Antlaşması ile Bosna'nın Avusturya-Macaristan'ın denetimine bırakılmasıyla büyük bir bunalım patlak verdi.Resmen Osmanlı Devletine bağlı kalmasına rağmen, Berlin Antlaşmasına dayanarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek'i işgal etti ve eyaletin yönetim hakkını ele geçirdi. İkinci Meşrutiyetin ilanından faydalanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bölgeyi 7 Ekim 1908 tarihli bir kararname ile kendi topraklarına ilhak etti. İlhak kararı Rusya, Sırbistan, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında çok yönlü bunalıma sebep oldu.Avusturya-Macaristan yönetiminde, yeni anayasayla seçmenler üç seçim grubuna ayrıldı. Her grupta Ortodoks, Katolik ve Müslümanlar için sabit oranda sandalye belirlendi. Bu durum Sırp milliyetçiliğinin tepkisine sebep oldu ve gerginlik 28 Haziran 1914'te Avusturya Arşidükü (veliaht) Franz Ferdinand'ın Saraybosna'da Bosnalı bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesine kadar vardı. Bu olay da Birinci Dünya Savaşınin başlangıcıdır.Bosna-Hersek 26 Ekim 1918'de Sırp, Hırvat ve Sloven krallığının bir parçası olarak Sırbistanla birleştirildi. İkinci Dünya Savaşına kadar bu krallığın parçası olan Bosna-Hersek, 1946'da Yugoslavya'yı meydana getiren altı halk cumhuriyetinden biri oldu. Nüfusun çoğunluğunu meydana getiren Müslümanlar kökenlerine rağmen Sırp ve Hırvat milliyetinden olarak anılmayı kabul etmediler. 1971'de Yugoslavya Devlet Başkanı Tito, Müslümanlara ulus statüsü tanıdı ve Bosna-Hersek'te büyük "M" ile yazılan Müslüman kelimesi sadece din değil, bir milliyetin de adı oldu.Yugoslavya'da 1980 senesinde Tito'nun ölümüne kadar durulmuş olan etnik ve dini çatışmalar yeniden alevlendi. Sovyetler Birliği ve doğu bloku ülkelerinde başgösteren reform süreci, Yugoslavya'da da büyük değişikliklere sebep oldu. 1991'de Anayasanın öngördüğü şekilde devlet başkanlığının, federasyon meydana getiren Hırvatistan'a geçmesi lazımken, Sırbistan, eski Yugoslavya'nın mirasçısı olarak tek başına sahip çıkması ülkede tam bir iç savaşa girmesine sebep oldu. Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlık kararı, Sırbistan yönetimi tarafından kabul edilmedi. Kanlı çarpışmalar AT ve Almanya'nın yoğun baskıları neticesinde sona erdirildi.Bosna-Hersek'te 1990 senesi sonlarında yapılan seçimleri kazanarak devlet başkanlığına gelen Aliya İzzet Begoviç, Mart 1992'de bir referandumla bağımsızlığını ilan etti. Bunun üzerine Bosna-Hersek Sırplı milislerin yoğun saldırısına maruz kaldı. Bölgeye insani yardım ulaştırmak için bulunan Birleşmiş Milletler askerleri birçok katliama göz yummaktadır. Bosna-Hersek Başbakanı Hakkı Turayliç, Birleşmiş Milletlere ait arabadan indirilerek Sırplar tarafından öldürülmesi, büyük tepkilere sebep oldu.

Arnavutluk

Arnavut halkı, M.Ö. 2000 yıllarında Balkan Yarımadasına yerleşen İlliryalıların torunlarıdır. İllirya M.Ö. 167 yılında Romalılar tarafından zaptedildi ve 500 yıl Romalılar tarafından yönetildi. Ancak bu bölgenin iç kısımlarında yaşayan İlliryalılar, Romalıların baskılarına uzun müddet karşı koydular. İşte bunlar, Roma İmparatorluğunun 395'te parçalanmasından sonra Arnavutluk ve Arnavut adlarını aldılar ve Doğu Roma İmparatorluğunun bir parçası oldular.1468 yılında Osmanlılar Arnavutluk'u zaptettiler ve uzun müddet burayı idareleri altında bulundurdular. Osmanlı Devletinin adil idaresinden mennun olan Arnavutlar kendi istekleri ile 17. yüzyılda İslamiyeti kabul ettiler. Dini yaymak için gayret gösterdiler. Osmanlılar burada askeri teşkilat kurdular ve süvari birlikleri teşkil ettiler. Arnavutlar zamanla kendi kültürlerini bırakarak Osmanlı kültürünü benimsediler.1912'de Osmanlı idaresinden ayrıldılar. Ancak tam müstakil olmayıp, büyük devletlerin kontrolü altında kaldılar. Birinci Dünya Savaşından sonra 1925'te cumhuriyet ilan edildi. Ancak cumhurbaşkanı olan Zoğu, 1928'de cumhuriyeti krallığa dönüştürdü. Bu sıralarda bir ekonomik krize girdi ve nihayet İkinci Dünya Savaşında İtalyanlar tarafından işgal edildi.1944 yılında, komünistler hükumeti kontrol altına alarak, komünist bir idare kurdular. 1961 yılına kadar Rusya ile sıcak münasebetlerde bulundular. 1961'de Rusya ile bağlılıklarını keserek Çin ile anlaştılar. Böylece Çin ile ittifak kuran ilk Avrupa devleti oldular. Ancak son yıllarda Çin ile de yakınlıklarını dondurdular. Daha sonra Yugoslavya ve bazı Avrupa ülkeleriyle ticari ve diplomatik münasebetler kurdular.1976 Aralık ayında kabul ettiği yeni anayasa ile Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti adını aldı. Devlet başkanlığına Arnavutluk Emek Partisi Genel Sekreteri Enver Hoca Getirilidi. 1985'te Enver Hoca'nın ölümü üzerine Emek Partisi genel sekreterliğine getirilen Ramiz Alia aynı zamanda Devlet Başkanı da oldu. 31 Mart 1990'da yapılan ilk çok partili seçimleri Emek Partisi kazanmasına rağmen ülkede iç kargaşalık başladı. Bunun üzerine çok sayıda halk ülkeden göç etti.

Azerbaycan

Azerbaycan, tarih sahnesinde M.Ö. 6. asırdan itibaren görülmeye başlar. Jeopolitik durumu itibariyle, devamlı istilalara uğramış ve çeşitli devletlerin hakimiyeti altında kalmıştır. Bu bölgede kurulan ilk devlet, Ahameni Komutanı Sahrap Atropates'in temellerini attığı krallıktır. Atropates Krallığının ismi zamanla değişikliklere uğramış, Sasanilerce Azurbeycan, Süryanilerce Azerbaigan olarak isimlendirilmiştir. Türkler ve İranlılar ise bölgeye Azerbaycan ismi vermişlerdir.Atropetes Krallığından sonra bölgeye sırasıyla Selevkoslular, Ermeniler, Romalılar ve Sasaniler hakim olmuşlardır. Türklerin buraya esaslı yerleşmeleri M.S. 4. ve 5. asırlarda olmuştur. Daha sonra Sasani Hükümdarı Nuşirevan bölgeye İranlıları yerleştirme politikasını takip etmiştir. Yedinci asırdan itibaren büyümeye başlayan İslam devleti Azerbaycan'ı fethe başladı. Bu fetih hareketi, 643'te bölge tamamen Müslümanların hakimiyeti altına geçmesiyle tamamlandı.Daha sonra Abbasiler burayı Türk emirler vasıtasıyla idare ettiler. Abbasi Devletinin yıkılmasıyla, bu topraklarda birtakım yerli hanedanlar beylik kurdular. Yedinci asırdan itibaren Selçuklu Akıncıları Azerbaycan'a girdiler. Fakat burada kesin bir hakimiyet tesis edemediler.1015-1016'dan sonra buraya Oğuz boyları yerleşmeye başladı. 1043 senesinde Tuğrul Bey, amcası ve amcaoğlunu buraya fethe gönderdiyse de, Bizanslılarla uzun süren çarpışmalardan bir netice alınamadı. Azerbaycan'ın kesin Selçuklu hakimiyeti altına girmesi Sultan Alparslan devrinde olmuştur.Azerbaycan, 12. ve 13. asırlar arasında Atabegler ve Harezmşahların hakimiyeti altına girdi. Daha sonra Moğollar, bölgeye 1320'de girmeye başladı. Cengiz'in burada hakimiyeti kısa sürdü, Cengiz'in ölümünden sonra Azerbaycan Cuci milletinin istilasına uğradı. Onlardan sonra İranlıların hakimiyetine giren Azerbaycan, bir süre sonra da Altınordu Devletinin hakimiyetine girdi.On altıncı asrın ilk yarısına kadar bu istilalar devam etti. Azerbaycan'a ilk Osmanlı seferi ise 16. asırdan itibaren başladı. Yavuz Sultan Selim Han Safevilerle olan savaşları esnasında, 1514'te Tebriz'i aldıysa da, şehir tekrar Safevilerin eline geçti. 1534'te Kanuni Sultan Süleyman Han Tebriz'i aldı ve ertesi sene bütün Azerbaycan'ı fethetti. 1555'te çıkan karışıklık sonucu Azerbaycan tekrar Safevilere bağlandı. Sultan Üçüncü Murad Han devrinde tekrar Osmanlıların eline geçti.1539'dan sonra Azerbaycan'da muhtelif hanlıklar kuruldu. Bunlarda kargaşalık; 19. asra kadar devam etti. Bu asırda bazı kalkınma hareketleri başladıysa da, sonuçları ancak 20. asrın başlarında görüldü. Nihayet, 28 Nisan 1920'de kızılordunun istilası ile Sovyet rejimi ilan edildi. Azerbaycan bugünkü statüye gelene kadar, Gürcüler-Ermeniler ile birlikte Kafkasya federasyonu şeklinde idare edildi.5 Aralık 1936'da topraklarının bir kısmı Ermenilere bir kısmı da Gürcülere verildi. Böylece Kafkasya'da kalan Azerbaycan toprakları üzerinde Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan olmak üzere Rusya'ya bağlı üç cumhuriyet kuruldu.Komünistlerin istilası sırasında, milletin arasına bozuk fikirler yerleşmeye başladı. Bu arada İslamiyeti bozucu, reformist fikirler de gelişti. Millet, bu reformistler ile komünistler arasında şaşırdı ve komünizme karşı yapılan başkaldırmalar başladı. Ancak bunlar her defasında çok kanlı olarak kızılordu tarafından bastırıldı. Komünistlere karşı 56 şiddetli isyan olmuştur.1989'da Rusya'da başlayan Glasnost ve Prestroika politikası ile Kuzey Azerbaycan'da maddi ve manevi değerlere dönüş başladı. Ermenilere verilen bölgeleri geri almak için ayaklanmalar oldu. 1990'da bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan Cumhuriyetine giren Kızılordu, ülkeyi baştan başa kana buladı.Sovyetler Birliği, bir süre bağımsızlığını ilan etmeye çalışan cumhuriyetlerine karşı baskısını sürdürdü ise de, Ağustos 1991'de Azerbaycan, Letonya, Estonya ve Litvanya bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bunları diğer Türk devletleri takip etti. Azerbaycan ile Ermenistan arasında Karabağ yüzünden çıkan savaş devam etmektedir. 1992 ortalarında yapılan seçimleri kazanan Halk Cephesi lideri Ebulfeyz Elçibey devlet başkanı oldu.

Arjantin

Amerika kıtası keşfedildikten sonra Avrupa devletleri hızla bu kıtada koloniler kurmaya başladılar. 1536’da Arjantin’e gelen İspanyollar bugün Buenos Aires olarak bilinen yerde ilk koloniyi kurdular. Fakat şehre yerleşme ancak on sekizinci yüzyılda oldu. Arjantin 1776’ya kadar İspanya’ya bağlı Peru Genel Valiliğince idare edildi. Bu seneden sonra La Plata Genel Valiliği kuruldu ve Buenos Aires genel valiliğin başkenti oldu.1806’da Buenos Aires’in İngilizler tarafından kısa bir müddet işgal edilmesi, Arjantin’in istiklal mücadelesi için bir başlangıç olmuştur. 1808’de Napoleon’un İspanya’ya girmesi bağımsızlık mücadelesini hızlandırdı. Ülke 1812’ye doğru istiklalini kazandıysa da, 1816 yılına kadar müstakil bir devlet olduğu resmen ilan edilmedi. İstiklal hareketinin baş lideri ve kahramanı, Şili’nin de kurtarılması için öncelikle sorumlu bir kimse olan General Jose de San Martin’dir.İkinci Dünya Savaşı esnasında Arjantin hükumetlerinin gizli ve kamufle edilmiş Nazi tarafdarı tutumları, Amerika Birleşik Devletleri ve batı yarım küresinin diğer ülkeleri ile münasebetlerinin gerginleşmesine ve Arjantin’in Pan-Amerikan Konseyinden çıkarılmasına sebep oldu. Resmiyette bütün harp esnasında tarafsız kalan Arjantin, 1945 ilkbaharında müttefikler tarafına girdi. Geniş ölçüde ABD’nin desteği sebepiyle o sene sonuna doğru Birleşmiş Milletler üyesi oldu ve teşkilatın mes’elelerinde önemli bir rol oynadı.Harpten sonra general olan Juan Domingo Peron kendine kuvvetli bir pozisyon hazırlamayı başarmış ve 1946 Şubatında Arjantin Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Eşi Eva Duvarte de Peron’un yardımıyla enerjik ve sert bir idare kurmayı başararak, zamanında, siyasi desteğini silahlı kuvvetlerden almaya çalışan sınıflara sözünü geçirmesini bilmiştir. Basını bir devlet organı haline getirmiş ve totaliter bir rejimin başkanı olarak kendisine daha büyük yetki vermesi için anayasayı değiştirmiştir.İşçi sınıfları arasında çok sevilmiş ve hatta kahraman olarak tanınmıştır. Fakat askeri bir darbe ile 1955’te devrilmiş, uzun seneler sürgünde yaşamış ve bilahare dönerek 1973’te devlet başkanı olmuştur. Bir yıl sonra ölmesi üzerine İsabel Peron olarak tanınan üçüncü karısı devlet başkanı oldu. Ülkenin birlik ve beraberliğini sağlıyamayınca 1976’da ordu tarafından devrildi.Arjantin’in eski devlet başkanlarından General Galtier İngiltere’ye ait, fakat kendilerine çok yakın olan Falkland adalarını Nisan 1982’de işgal etti. İngiltere ile olan savaşı Arjantin kaybetti ve adaları İngilizler tekrar geri aldılar. Gerek yapılan savaş ve gerekse bu durumda bazı devletlerin uyguladıkları ekonomik ambargo, Arjantin’in iktisadi durumunu çok sarstı. Bu durumda askeri idare 1983 yılı sonlarında seçime giderek idareyi sivillere teslim etti. Böylece yedi sene süren askeri idareden sonra normal idare tekrar tesis edildi.1930’dan bu yana Arjantin’de hiçbir sivil idare 6 seneden fazla iktidarda kalamamıştır. 1819 yılından bu yana 46 devlet başkanından sadece ikisi, askeri darbesiz seçimle görevini devir-teslim etmiştir. 1989’da Raul Ricardo Alfonsin’in yerine Carlos Menem (El Turco) seçilmiştir.

Afganistan

Afganistan Devleti, Afganların bölgedeki diğer topluluklar üzerinde üstünlük kazanmaları ile 18. asırda kurulmuştur. Dil ve ırk birliği bulunmayan bu ülkede, siyasi birlikte yoktur. Bugün yaklaşık 25 milyon insanın yaşadığı Afganistan’ın toprak büyüklüğü, 657.500 km2‘lik bir yüzölçüme sahiptir. Afganistan; kuzeyinde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan ile; doğusunda Çin Türkistan’ı (Doğu Türkistan), Keşmir ve Pakistan ile; güneyinde Pakistan ve batısında ise, İran ile komşudur.Afganistan’ın coğrafi yapısı; genellikle üzerinde sıra dağların bulunduğu yaylalardan ve yer yer de ovalardan oluşmaktadır. Bir ziraat ve tarım ülkesi olan Afganistan’da kuraklığın yaygın olması ve elverişsiz tabii şartlardan ötürü toprakların ancak onda biri kullanılabilmektedir. Coğrafi şartları çerçevesinde idari olarak da Afganistan, bazı bölümlere ayrılmıştır. Bunlar; Kabil, Kandehar, Herat, Hezaristan, Nuristan, Vehan, Bedahşan ve Türkistan’dan oluşmaktadır.Çok karışık bir etnik özellik gösteren Afganistan; esas itibari ile Afgan, Tacik ve Türklerden meydana gelmektedir. Ülkedeki ikinci büyük etnik grubu oluşturan Türklerin nüfusu, 5-6 milyon dolayındadır. Özbekler, Türk grupları içinde en çok nüfusa sahiplerdir. Bunlar; genellikle esnaf ve çiftçi olarak çalışırlar ve Afgan Türkistan’ı denilen bölgede yaşarlar. Bugün Özbek nüfusunun 3 milyonu geçtiği tahmin edilmektedir. Kunduz, Andhoy, Meymene, Akça ve Balar, Mugap, Katagon ve Bedahşah, Özbekler’in yaşadığı bölgelerdir.İkinci büyük Türk grubunu oluşturan Afganistan Türkmenleri, Özbekler’den farklı olarak hayvancılık yaparlar. Afganistan ihracaatında canlı hayvanın önemli bir kalem teşkil etmesinden ötürü Türkmenler, ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır. Herat, Meymene, Andhoy, Taş-Kurgan, Mezar-ı Şerif, Belh, Akça, Katagan, Bedehşan ve Bala ile Murgap, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdir. Türkmenler, hayvanlarına otlak bulabilmek için sık sık yer değiştirdiklerinden nüfusları kesin olarak tespit edilememekle beraber 600.000 civarında oldukları tahmin edilmektedir.Afganistan’da yaşayan Türkmenlerin çoğunluğunu Alieli boyu ile Teke, Salur, Sarık, Çavdar ve bilhassa Ersarı boylarından oymaklar teşkil etmektedir. Afganistan’daki üçüncü büyük Türk grubunu teşkil eden Kızılbaş Türkleri’nin sayıları, 400.000 dolayında tahmin edilmektedir. Bu Türkler, 1738’de Herat - Kabil arası güvenliği sağlamak için Nadir Şah tarafından yerleştirilen ataların torunlarıdır.Yukarıda belirilenlerin dışında en kalabalık Türk grubunu Kırgızlar oluşturmaktadır. Büyük ve Küçük Pamir dağlık bölgesinde yaşayan Kırgızlar’ın sayıları, 1950’lerde Doğu Türkistan’daki Çin zulmünden kaçanlarla birlikte 100.000‘ni geçmiştir. Bunların dışında Afganistan’da, az sayıda Kıpçak, Karluk ve Çağatay Türkleri de yaşamaktadır. Ayrıca Türk-Moğol karışımı olduğu kabul edilen Hezare ve Aymak (oymak) gruplarının da son yapılan çalışmalarla Türk oldukları anlaşılmıştır. Böylece 25 milyon civarında olan Afgan nüfusunun yarısının Türk olduğu kabül edilebilir.Bu makale, tarihsel boyutu içinde Afganistan’da yaşanılan gelişmeler ve Türkiye - Afganistan arası ilişkileri ele almaktadır. Makalenin diğer kısımları şu şekilde organize edilmiştir: İkinci Kısım, bağımsızlık öncesi Afganistan’ın durumu ve kısa bir tarihçesini özetlemektedir. Kısım 3, bağımsızlık sonrası Afganistan’daki gelişmeler ve Türk - Afgan ilişkilerini incelemektedir. Bu inceleme, alt başlıklarla ele alınan şu dört dönemi içermektedir:(1) 1919 -1945 arası dönem (Afganistan bağımsız oluşu ile II. Dünya savaşı sonuna kadarki devre),(2) 1945-1979 arası dönem (Sovyet işgaline kadarki devre),(3) 1979-1989 arası devre (Sovyet işgali altındaki devre) ve(4) 1989 sonrası dönem (Sovyetler’in Afganistan’dan çekilmesi sonrası iç savaş ve Taliban olayı devresi). Son olarak 4. Kısım’da genel bir değerlendirme verilecektir.2. Bağımsızlık Öncesi Afganistan Afganistan, sahip olduğu coğrafi konumdan dolayı tarih bounca çeşitli milletlerin istila ve işgaline maruz kalmıştır. M.Ö. 500’lü yıllarda ilk defa İranlılar’ca işgal edilen bölge, daha sonra Büyük İskender orduları tarafından ele geçirilmiştir. Arkasından bölgede Baktriana Devleti kurulmuştur. Bu devlet, kurulmasından yaklaşık bir asır sonra Hindistan’da bulunan Çandragupta devletli ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.Baktriana Devleti, bu mücadele ve kuzeyden gelen baskılar sonucu, M.S. 50’de yıkılmıştır. Böylece bölge, batıdan gelen tehlikeleri atlattıktan sonra kuzeyden gelen kavimler tarafından tehdit edilmeye başlamıştır. Bölge; 50-125 yılları arası Türk asıllı oldukları tahmin edilen İskit ve 125-480 yılları arasında ise, Kuşanlar’ın hakimiyet altına girmiştir. 480 yılından sonra Afganistan’ın yeni hakimleri, başka Türk kavimleri olmuştur. Önce Akhunlar, bu topraklara yerleşmiş; ancak Göktürkler’in baskısı sonucu 4. yy’da hakimiyetlerini kaybetmişlerdir. Daha sonra Akhunlar, bölgede kalmış ve Halaçlar olarak yaşamayı sürdürmüşlerdir. 7. yy sonlarına doğru bölge, İslamiyeti yayan Arap ordularının istilasına uğramıştır. Bu istila kısa sürmesine rağmen İslamiyet Afganistan’da önemli ölçüde kabul görmüştür.İslamiyet’in yayılmasıyla burada Samani, Gazneli, Büyük Selçuklu Devleti ve Harzemşahlar gibi Müslüman-Türk devletlerinin hakimiyetleri görüldü. 1220’den sonra Moğollar, Afganistan’ı istila edip uzun bir süre (bir buçuk asra yakın) ülkeye hakim oldular. Moğol hakimiyeti, Afganistan’da yaşayan Türk boylarını Anadolu’ya göçe zorlamıştır. Bölgedeki Moğol eğemenliği, 14. yy sonlarında Timur ordularınca sona erdirilmiştir. Timur’un kurduğu devlet, ölümünden sonra dağılmışsa da torunlarından Muhammed Babür’un bölgede kurduğu Türk devleti uzun süre yaşamıştır. Babür’un Afganistan’ı merkez yaparak kurduğu devlet, sadece buraya değil Hindistan’a da Türkler’in tekrar yerleşmesini sağlamıştır.Babür Devleti, Afganistan’ı hakimiyet altında tutmakla birlikte Hindistan ve Afganistan arası dengeyi sağlayamamış ve ağırlığı Hindistan’a kaydırmıştır. Bu durum; kuzeyden Özbek ve kuzey-batıdan da Safeviler’in Afganistan’a inmesine sebep olmuştur. Böylece 17. yy ortalarına doğru Abdali ve Galzay adını almış olan Halaçlar, dağlık bölgelerden Kandehar ve Zemindaver’in daha verimli bölgeri olan Tarnak Argandap vadilerine göçmüşlerdir.18. yy’da Babür Devletinin zayıflaması üzerine, Afgan kabileleri de bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Bu durumda Gılzay gibi bazı kabilelerin Babür, Abdaliler gibi bazılarının da İran tarafında yer almaları, ülkedeki karışıklığı artırmıştır. Bu esnada Nadir Kulu komutasındaki Türkmen ordusu Afganistan ve İran’ı yönetim altına almış; Hindistan Babür Türk Devletini de vergiye bağlamıştır. Nadir Şah’ın ölümünden sonra yönetime geçen Ahmet Şah, Hindistan’daki Babür Devleti’ni hakimiyeti altına almıştır (1756-1757).Bu yıllarda İran’ın sergilediği yayılmacışii tehlikesini gören Ahmet Şah, bu konuda Osmanlı Devleti ile müşterek hareket etmeyi istedi ise de, girişimlerinden bir netice alamamıştır. Ahmet Şah’tan sonra Afganistan yönetiminde bulunan Timur Şah ve Zaman Şah dönemlerinde ülke, önceki ihtişamlı ve güçlü durumunu koruyamamış, iç karışıklıklar başgöstermiştir.Bu karışılıklar 19. asrın ilk çeyreğine kadar sürdükten sonra, Dost Muhammed’in yönetime geçmesi ile ülkedeki birlik tekrar sağlanmıştır. Ancak bu dönemde ise Kuzey Hindistan, Afgan birliğini zayıflatma çabası içine girmiştir. Bu yıllarda İngilizler’in yavaş yavaş Hindistan’ı hakimiyetleri altına aldıkları gözlenmektedir. İlk Afgan-İngiliz ilişkisi, Kuzey Hindistan’da Peşaver sorununun çözümünde İngiliz hakemliği ile olmuştur. Arkasından 1839-1842 yılları arasında süren ilk İngiliz-Afgan harbi patlak vermiştir.Dost Muhammed, ülkesi İngilizler’ce işgal edilmesine rağmen 1863’te Kabil’e dönerek tekrar Afgan birliğini sağlamıştı. Dost Muhammed’in 9 Haziran 1863 tarihinde vefat etmesi ile Afganistan, tekrar iktidar mücadele kaosuna sürüklenmiştir. Şir Ali’nin 1868’de iktidarı ele geçirmesiyle bu mücadele durulmuştur. Ruslar’ın Türkistan’ı işgali, Afganlar ile İngilizleri doğal müttefik yapmıştır. Ruslar, Türkistan’ı işgal etmelerine rağmen Afganistan önderliğinde Orta Asya Devletleri’ni de içine alan bir birlik oluşmasından hep çekinmişlerdir.1879’da vefaat eden Şir Ali’nin yerine Yakup Han geçtiyse de, kısa bir süre sonra Afganistan’ın hakimiyetini Abdurrahman Han ele geçirmiştir. 1901’de vefaat eden Abdurrahman Han zamanında ikinci İngiliz-Afgan savaşı yaşanmıştır (1878-1880). Bu savaş sonunda ülke, büyük çapta harap olmuş ve milli birlik zayıflamıştır. Afganistan’ın içinde bulunduğu bu olumsuz şartları fırsat bilen Ruslar, 1881’de Türkmenistan’ı işgal etmiş ve böylece de Afganistan ile komşu olmuşlardır. 1901’de başa geçen Habibullah Han, 1919’da ölünce yerine Emanullah Han geçti. Emanullah Han, Hindistan’daki İngiliz valiye bir mektup göndererek Afganistan’ın bağımsız bir devlet olduğunu ve İngiltere ile iyi ilişkiler kurmak istediğini iletmiştir.İngiltere ise, Afganistan bağımsızlığını kabul edip-etmemekte tereddüt etmiştir. Bu durum ilişkilerin gerginleşmesine ve üçüncü İngiliz-Afgan harbinin başlamasına sebep olmuştur (1919). Bu savaşta başarı elde edemeyen İngilizler, 8 Ağustos 1919’da yapılan anlaşma ile Afganistan’ın bağımsızlığını tanımıştır.3. Afganistan’daki Gelişmeler ve Türk - Afgan İlişkileri3.1. 1919 - 1945 Arası DönemSovyetler Birliği ve Afganistan birbirini ilk tanıyan ülkeler olmuşlardır. Sovyet-Afgan anlaşmasının imzalanmasından üç gün sonra, yani 1 Mart 1921’de, Afgan heyeti ile Türk elçilik heyeti arasında da ilk Türk-Afgan ittifakı Moskova’da imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Türkiye Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyordu. Ayrıca taraflardan birine yapılacak saldırıyı diğer taraf kendine yapılmış sayacaktı. Yine bu anlaşmaya göre, Türkiye kültürel yardım çerçevesinde Afganistan’a öğretmen ve subaylar gönderecekti. Böylece iki kardeş millet arasında mevcut olan manevi birlik, resmi bir anlaşma şekline dönüşmüş oluyordu.Bu anlaşmanın Ankara ve Kabil hükümetlerince onaylanmasından sonra, eski Medine muhafızı Fahreddin Paşa, Kabil’e ilk Türk sefiri olarak atandı. Diğer taraftan Sovyetler, anlaşma şartlarına göre Afganlara yardım etmemiş ve ayrıca Buhara ve Hive’nin istiklallerini tanımayarak buradaki Müslümanları ezmeye başlamıştır. Bu durum Afganlar’ın Sovyetler’e karşı daha dikkatli davranmalarını sağlamıştır. Böylece İngiliz aleyhtarı bir tutum yerine İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında bir denge politikası izlemişlerdir.Türkiye ile Afganistan arasındaki dostluğun geliştirilmesinde Enver Paşa ve Cemal Paşa çok önemli rol aynamışlardır. I. Dünya Savaşı sonrası bu paşalar, önce Almanya ve arkasından da Rusya’ya gitmişlerdir. Cemal Paşa, Avrupa ülkelerinin (özellikle Almanya ve Fransa’nın) Afganistan’ı tanıması hususunda girişimlerde bulunmuş ve bunu sağlamıştır. Bu sırada Enver Paşa, Türkistan’da bulunan Türkleri organize ederek Sovyetlere karşı bağımsızlık savaşı yürütmelerine çalışmaktadır.Sovyetler, Almanya’da bulunan Cemal Paşa’nın Afganistan’a döndükten sonra Afganistan Türklerini de Enver Paşa gibi organize edeceğini ve Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesini destekleyeceğini hesap etmiş ve Cemal Paşa’nın Afganistan’a dönüşünü engellemek istemişlerdir. Bunu başaramayan Sovyetler, Afganistan’a dönmekte olan Cemal Paşa’yı Tiflis’te 1922 yılında kiralık bir Ermeni katile öldürtmüşlerdir.Afganistan ve Türkiye, aynı yıllarda İngiliz emperyalizmine karşı bağımsızlık savaşı yürütmüşlerdir. Benzer duyguların paylaşılmasına vesile olan bu durum, iki ülke halklarını biririne daha fazla yaklaştırmıştır. Bu kapsamda Türk dostluğunun Afganistan’da gelişmesine Mahmud Beg Tarzi önemli katkı sağlamıştır. Tarzi, eğitiminin bir bölümünü İstanbul’da tamamladıktan sonra Afganistan’a gittiğinde Habibullah Han’a, ülke kalkınmasında Türkiye ve Türk aydınlarından faydalanılması gerektiğini belirtmiştir. Bu talebin olumlu bulunması üzerine de, Türkiye’den bir aydın grubu davet edilmiş ve bunlarla ortak çalışmalar yürütülmüştür.Cemal Paşa’nın katkıları ile başlayan Afgan ordusundaki yenilik çabaları, Paşa’nın şehit edilmesi üzerine bir süre kesintiye uğramıştır. Ancak 1 Mart 1921’de Türkiye ile Afganistan arasında imzalanan anlaşma ile, Türkiye, Afganistan’a sadece askeri değil aynı zamanda eğitim ve ideri alanda da modernleşmesi hususunda destek sağlayacaktı. Böylece Türkiye’den gelen uzmanlar ile Afganistan’da modernleşme çabaları hızlanırken, diğer taraftan da Avrupa ve özellikle Türkiye’ye tahsil için yüzlerce Afgan gencini gönderilmeye başlanmıştırEmanullah Han, Afganistan’ın eğitim ve modernleşme çalışmalarına katkı ve destek için diğer ülkelerdeki yenilikleri yerinde görmek ve yetişmiş eleman temin amacıyla Aralık 1927’de bir dış geziye çıktı. Mısır, Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İngiltere ve Rusya’yı ziyaret etti. Son olarak Mayıs 1928’de Türkiye’ye gelen Emanullah Han, çok içten ve sıcak karşılanmıştır. Mustafa Kemal, Emanullah Han ve onun şahsında Afgan milletine ilgi ve dostluk göstermiştir.Mustafa Kemal, Emanullah Han ve eşi onuruna verdiği yemekte Türk milletinin Afgan milletine karşı sıcak duygularını belirten bir konuşma yapmış ve Emanullah Han’a, öncelikle güçlü bir ordu kurmayı tavsiye etmiştir. Bu ziyaret esnasında, 1 Mart 1921’de imzalanan Türk-Afgan Anlaşmasına ek olarak, “Türkiye ve Afganistan arasında dostluk ve teşrik-i mesai muahedenamesi” adıyla yeni bir anlaşma imzalandı (1928).Bu anlaşmada; iki devletin birbirleriyle dost oldukları, düşmanlarına karşı ortak tavır alınması ve ilerlemek için gerekenleri sağlamada imkanları iyi olan tarafın diğerine yardımcı olması gibi esaslar yer alıyordu. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti; ilmi, hukuki, askeri alanlardaki uzmanlarından bir kısmını Afganistan’da görevlendirecekti.Emanullah Han, Afganistan’a döndüğünde önceki ihmallerden ötürü biriken sorunların iç huzursuzluk ve karışıklığa yol açtığını gördü. Ancak bütün bu olumsuzlukları ciddiye almadan Avrupa ve Türkiye’de gözlemlediği yenilikleri uygulamaya girişti. Acil çözüm gerektiren sorunların ertelenmesi, yeni bir hata idi. Her alanda yenilik yapmak istiyen Han, ülke gerçekleri doğrultusunda hareket etmiyordu. Para ve eleman eksikliği de karşılaştığı önemli engellerden biriydi. Ayrıca Mustafa Kemal’in “güçlü bir ordu kurma” önerisini yerine getiremediğinden ülkede otorite zayıflamış ve inkılaplarda başarılı olamamıştır.Emanullah Han, danışman seçimi konusunda da isabetsiz davranmıştır. Bütün bu hatalarından sonra geç de olsa acilen “güçlü bir orduya sahip olması” gerektiğini anlamış ve hemen çalışmalara başlamıştır. Türkiye’den Afganistan’a giden Kazım Orbay başkanlığındaki heyet çalışmalara başladığında ülkedeki iç isyanlarda kontrolden çıkmıştı. Emanullah Han, bu yenilik çabalarından sonuç alamadan yönetimden ayrılmak ve İtalya’ya gitmek zorunda kaldı. Yerine kardeşi İnayetullah Han geçti. Ülkedeki karışıklıkların önlenememesi üzerine ise yönetim, çeteci Habibullah Han’a geçmiştir. Bu yönetim, Afganistan’da bulunan Türk askeri heyetini geri göndermiştir. Bu arada Fransa’da sürgünde bulunan Nadir Şah, ülkesine dönerek Habibullah’dan Kabil ve Afganistan’ı kurtarmıştır. Nadir Şah, Afganistan’da büyükelçi olarak bulunan Yusuf Hikmet Bayur’un da tasvibini alarak Afganistan hükümdarı oldu. Nadir Şah’ın özellikle Türk büyükelçisinin tasvibini alması, Türk dostluğuna verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Nadir Şah, ülke gerçeklerine uygun ve halk tarafından benimsenen reformlar yapmıştır.Türkiye’nin çok önem verdiği Emanullah Han’ın başarısız olması, Nadir Şah’ın da din kuralları ve din adamlarına öncelik vermesi, Türkiye tarafından hoş karşılanmamıştır. Ancak bir süre sonra Nadir Şah’ın yerine geçen oğlu Zahir Şah’ın reform hareketlerine devam etmesi üzerine Türkiye, tekrar Afganistan’a yaklaşmıştır. Nadir Şah, Afganistan dış politikasında İngiltere ve Rusya arasında bir denge kurmaya çalışmıştır. Bu siyaset, Afganistan’ın bu devletlerden birisinin hakimiyeti altına girmesini engelemiştir.Nadir Şah’dan sonra oğlu Muhammed Zahir Şah da, aynı dış politikayı izlemiştir. Ancak bu durum, Afganistan’ı uluslararası alanda yalnızlığa itmiştir. İran’la olan sınır anlaşmazlığı da bu dönemde Afganistan’ın bir başka sıkıntısı olmuştur. Bu zor günlerinde Afganistan’ın yardımına hep Türkiye yetişmiştir.Afganistan ile İran arasında 1903’den beri devam eden sınır sorununda Türkiye’nin 1934’de hakem olması istenmiştir. Türkiye, Kazım Orbay başkanlığında bir heyet gönderek sorunu halletmiştir. Ayrıca Türkiye, Afganistan’ı uluslararası alanda düştüğü yalnızlıktan kurtarmak için Milletler Cemiyetine girmesini sağlamıştır. Yine aynı yıllarda Türkiye, çeşitli ülkelerdeki büyükelçilikleri vasıtası ile Afgan çıkarlarını korumaya çalışmıştır.1930’lu yıllarda Türk büyükelçisi olan Mahmut Şevket Esendal, Türk hükümeti ve Atatürk’ün direktiflerini Afganistan’da başarıyla uygulayarak Türk nüfuzunu artırmıştır. Ayrıca sempatik kişiliği ile de, Afgan kralı ve hükümetiyle yakın ilişkiler kurarak hükümetin başdanışmanı haline gelmiştir. Türkiye’den giden doktor ve uzmanlar da Afganistan’da üstün hizmetler vererek takdir kazanmışlardır.Afganistan’da bulunan Türk uzmanlar, olağanüstü çabalar göstermişlerdir. Bunlardan birisi de Prof. Dr. Mehmet Ali Dağpınar’dır. Dağpınar hukuk müşaviri olarak gittiği Kabil’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bina ve hoca yokluğuna rağmen, 9 Haziran 1938’de kurmuştur. 1957’de plan müşaviri olarak tekrar Afganistan’a giden Dağpınar, kurduğu fakülte mezunlarıyla birlikte çalışmıştır.II. Dünya Savaşı öncesinde İtalya ve Almanya’nın uyguladıkları işgal ve istila hareketleri çerçevesinde Afganistan’da da faaliyet göstermeleri ve burayı ülkelerinin nüfuz alanı seçmeleri, Afgan liderlerini huzursuz etmiştir. Türkiye, tüm zor günlerinde olduğu gibi Afganistan’a bu konuda da yardımcı olmuştur. Türkiye, 8 Temmuz 1937’de İran, Afganistan ve daha sonra Irak’ın katılmasıyla Sadabat Paktı’nı kurarak Afganistan’ı Alman ve İtalyan nüfuzuna düşmekten kurtarmıştır. Böylece bu dört İslam ülkesi, II. Dünya Savaşı öncesi zor günlerde birlikte hareket edip birbirlerine destek olmuşlardır.Sadabat Paktı’ndan en çok rahatsız olan ülke Sovyet Rusya olmuştur. Türkiye, Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı Moskova’ya gönderek bu Paktın Rusya aleyhinde bir cephe olmadığı ve dört İslam ülkesi arasında dostluk ve işbirliği amaçlı olduğunu izah gereği duymuştur. Atatürk’ün önderliğindeki Balkan Paktı ile İtalya ve Almanya’nın faşist tehdidi, Sadabat Paktı ile de, Sovyet Rusya’nın komünist tehdidi önlenmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Afganistan’ın tarafsız kalmasına rağmen bazı kabilelerin isyanı üzerine İngilizler’in asker göndermesi, ülkeye yine zor günler yaşatmıştır.3.2. 1945 - 1979 Arası DönemII. Dünya Savaşı sonrası yıllarda Türkiye, bazı sıkıntılı devreler yaşaması ve bunların üstesinden gelmesine rağmen hala Sovyet tehdit ve tehlikesi altında olacaktır. Bu şartlar altında NATO ittifakına giren ve güvenliğini teminat altına alan Türkiye, diğer dost ülkeler ve Afganistan’la olan dış ilişkilerinde bazı değişiklikler yapmak durumunda kalmıştır. Bu durum, Afganistan’ı içeride olduğu kadar dışarıda da sıkıntıya sokmuş ve yeniden yalnızlığa itmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası Afganistan’da gerçekleşen hükümet değişikliği ile başbakanlığa Şah Mahmut geçmiştir. Yeni hükümetle birlikte iç ve dış politikada önemli değişiklikler olmuştur. İç politik gelişmelerin bazıları; tutuklu muhalif liderlerin affedilmesi ve önemli bürokratik görevlere getirilmesi ve yurt dışında eğitim görmüş Afgan gençlere devlet kadrolarında görev verilmesi şeklinde belirtilebilir. Dış politikadaki önemli gelişmeler ise, dünyada artık savaş öncesi İngiltere rolünü üstlenmiş olan Amerika ile yakın ilişki kurulması ve Amerika’dan ekonomik yardım temini şeklinde olmuştur.Bu yıllarda bazı Afgan kabileleri, Cinnah liderliğinde bağımsızlık mücadelesi veren ve daha sonra da Pakistan’ı kuran Hindistan Müslümanlarına büyük destek vermiş ve hatta Hindularla yapılan savaşlarda bizzat yer almışlardır. Bu kabileler, yapılan bir plepistle de Pakistan’a katılmak istediklerini beyan etmişlerdir.Pakistan’ın da Afgan kabileleri ile aynı duyguları paylaşması, buna karşılık Afganistan’ın bu kabilelere yarı bağımsızlık vermeyi kabulü, Afganistan ve Pakistan arasında anlaşmazlığa sebep olmuştur. Bunun üzerine Afganistan’ın bir Paştunistan milleti oluşturma gayreti, sorunu büsbütün büyültmüştür. Amerika, Sovyet karşıtı bu iki ülke arasındaki sorunun çözümü konusunda arabuluculuk rolü üstlenebileceğini teklif etmiş; ancak bu teklif, Pakistan tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Türkiye’nin arabuluculuğu gündeme geldi ise de, yapılan uzlaşma teklifleri yine Pakistan’ca kabul görmemiştir.1950’den sonraki yıllarda da Türkiye’nin kardeş Afganistan’a karşı çeşitli yardım ve dostça uyrıları sürmüştür. Bu kapsamda Türkiye; yayılmacı komünist tehlikesine karşı Afganlıları uyarmış, İran’la olan sınır sorunlarının çözümünde yardımcı olmuş ve Afganistan’ın Bağdat Paktı’na katılmasına çalışmıştır. Ancak o günkü Afgan yöneticilerinin ileri görüşlü olmayışları ve içinde bulundukları uluslararası şartlar, Afganistan’ı adım adım bir komünist işgale sürükleyecektir.Afganistan ve Pakistan arasındaki sorunların çözülememesi üzerine Afganistan, Rusya’nın da etkisi altında Pakistan’ın hasmı olan Hindistan’la yakın ilişkiler kurdu. Daha sonrada Amerika’dan talep ettiği modern silahları alamaması ve Pakistan hava kuvvetlerinin saldırısına maruz kalması, Afganistan’ı ister istemez Sovyetler’e yaklaştırdı. Ayrıca 1953’ten sonraki Amerikan yönetiminin Afganistan’ı dışlayarak İran ve Pakistan’a yaptığı büyük askeri yardımlar da, bu yakınlaşmayı çabuklaştıran diğer bir faktördür.Aynı yıllarda Sovyetler Birliği’nde iktidara gelen yeni yönetimde (Nikita Hruşçev ve ekibi), önceki Stalin döneminin baskıcı yayılma politikasını değiştirerek, yumuşak ve yardım görünümlü bir yayılma politikası benimsemişlerdir. Bu yeni Sovyet politikasının uygulanması için en uygun aday ülke, içinde bulunduğu şartlar itibari ile Afganistan olacaktır. Bu yeni Sovyet politikasının da etkisi ile Afganistan’da başbakanlığa Muhammed Davud Han getirilmiştir. Yeni Afgan yönetimi, Amerika ile ilişkileri bozmak istememekle birlikte içinde bulundukları ve çevrelerinde gelişen olayların etkisi ile yavaş yavaş Sovyetler’le yakın ilişkiler kurmuştur. Bu durum karşısında Türkiye, hiç bir şey yapamayacaktır. Davud Han ve diğer bazı Afgan yöneticileri; Afganistan’da işçi sınıfının olmaması, ezilen köylülerin bulunmaması, kalabalık şehirlerin olmaması, yüksek bürokrat bir sınıfın yokluğu ve Afgan halkının İslamiyete çok bağlılığı gibi faktörleri dikkate alarak komünizmin Afganistan’a asla gelemeyeceği ve zemin bulamayacağı kanaatini taşıyorlardı. Ancak buna zıt olarak Sovyetler, yapacakları ekonomik yardımlar ve tesis edecekleri kültürel ilşkilerle, Afganistan’ı da komünist ailenin bir üyesi yapacaklarını düşünüyorlardı. Amerika’nın Afganistan’ın yardım isteklerini yine geri çevirdiği bir sırada aradıkları fırsatı buldular ve Sovyetler’in Kabil büyükelçisi aracılığıyla yardıma hazır olduklarını ilettiler.Davud Han, Sovyetler’in bu teklifini geri çevirmedi. Bunun üzerine 1954 yılında iki ülke arasında ilk kredi anlaşması imzalandı, karşılıklı ziyaretler gerçekleşti. Başbakan Davud’un 1956’da Sovyetler Birliğine yaptığı ziyareti müteakip Sovyet danışmanlar, Afganistan’a gelmeye başladılar. 1956’dan itibaren her sene 100 Afgan genci Sovyetler Birliği’ne askeri ve eğitim amaçlı gönderildi. 1960’dan sonra ise Sovyet uzmanlar, askeri akademilerde görev yapmak için Kabil’e geldiler. Sovyet-Afgan işbirliği çerçevesinde eğitim dışında projeler, yol yapımı, sulama, makina tamiri ve daha sonra da Jeolojik araştırmalar ve ziraat alanlarındaki çalışmalar takip etti.Sovyetler, Afganistan’da bazı zengin doğal kaynakları bulmalarına rağmen bunları çıkarıp işlememişlerdir. Sadece doğalgaz çıkartmışlar ve bunun da büyük bir kısmını, ülkelerine aktarıp kullanmışlarıdır. Sovyetler, izledikleri komünist yayılmacı politikadan sonuç almaya başlamışlardı. Sovyet-Rusya’da eğitim gören Afganlı gençler, belkide farkında olmadan Sovyet propogandası yapmaya başlamışlardır.Sovyetler Birliği, 1960-61 yıllarında Afganistan-Pakistan sorununu daha da büyüterek iki İslam ülkesinin diplomatik ilişkilerini kesmesine neden olmuştur. Pakistan ile ilişkilerini kesen Afganistan’ın dış dünya ile bağlantı kurmak için yol olarak da Sovyetler’den başka bir alternatifi kalmamıştı. Böylece Afganistan’ı istediği gibi kendine bağlı bir hale getirmiştir. Amerika bu sırada devreye girerek, İran’ı ikna etmiş ve Afganistan’a ait vasıtaların bu ülke üzerinden transit geçmesini sağlamıştır.Amerikanın Sovyet nüfuzuna karşı Afganistan’a destek vermesi ve Afganistan’ın bu durumu çok iyi değerlendirmesi sonucu, önemli ilerlemeler kaydettiğini görüyoruz. Ancak bu durum, 1970’li yıllara kadar sürmüştür. Amerika’da değişen iktidarlarların Afganistan’a karşı ilgisiz kalmaları, buna karşın Sovyetler’in de Afganistan’da hakimiyetlerini artırmaları sonucu iç çalkantılar ortaya çıkmıştır.Bu ortamdan faydalanan Davut Han (1963’de Başbakanlık’tan ayrılmıştı), Genelal Abdülkadir liderliğinde solcu subayların ve Muhammet Tereki önderliğindeki sivil marksistlerin yardımı ile Zahir Şah’ı kansız bir şekilde devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Davut Han, meşruti krallık idaresini kaldırıp kendisinin de başkanı olduğu Cumhuriyeti ilan etmiştir. Davut Han’ın bu ikinci saltanatı, önemli ölçüde Afganistan’daki acı olayların da başlangıcı olmuştur.Marksistlerin desteği ile gerçekleşen 1973 darbesinden sonra solcu subaylara orduda daha çok görev verilmeye başlandı. Ordudaki solcu atamaların hızlanması benzeri durum emniyet teşkilatında da görülmeye başlandı. Ancak Davut Han, 1975 sonrası politikasında değişiklik yaptı. Sovyetlere karşı ne olduğu bilinmeyen bir ilişki dönemine girdi. Sovyetler Birliği’nden açıkca uzaklaştı. Davut Han, solcu olmayan yöneticilere de görev vermeye ve batıyla iyi geçinme politikası izlemeye başladı.1976’da İran’a gitti. 1977’de Mısır, Pakistan ve Suudi Arabistan’ı ziyaret etti. Sovyetler Birliği, Davut Han’ın bu faaliyetlarini temkinli bir şekilde izliyor ve Afganistan’daki danışmanlarının sayısını sürekli artırıyordu. Mayıs 1978’de Kabil’de toplanacak Bağlantısız Ülkeler Bakanlar Konferansı’nda Davut’un tutumu ele alınacaktı. Aynı yılın Nisan ayında Kabil’e gelen Küba heyetine karşı Afgan yönetiminin umursamaz tavrı ve daha önce sergilediği Küba alehtarı faaliyetler, sosyalist ülkeler arasında Afgan yönetimi karşıtı bir cephe oluşturdu.Diğer tarftan komünist Perçem Partisi’nden Mir Ali Ekber Heybar’ın öldürülmesi üzerine ülke içinde komünistlerin Davut Han’a karşı başlattıkları muhalefet, 17 Nisan 1978’deki hükümet darbesinin başlangıcı oldu. Heybar’ın cenaze törenine 11 bin kişinin katılması Davut Han’ı endişelendirdi. Davut Han, hemen harekete geçerek aralarında Babrak Karmal ve Nur Muhammed Tereki’nin de bulunduğu komünist Halh ve Perçem liderlerini 24 Nisan’da hapsetti. Tutuklananlardan Hafızullah Emin, kaçmayı ve orduya haber göndermeyi başardı.26 Nisan’da Vatan Car, Kabil’e bir tank birliği gönderirken; Abdülkadir de, Davut’un sarayını bombalamak ve taraftarlarını ortadan kaldırmak için Hava Kuvvetlerini gönderdi. Askeri birliklerin çoğu, bunun komünist bir darbe olduğunun farkına bile varmadan destekledi. 27 Nisan’da Davut Han ve ailesi, darbeciler tarafından öldürüldü.Nur Muhammet Terekki, Hafızullah Emin ile Babrak Karmal, serbest bırakıldıktan sonra hükümet kurma çalışmalarına başladılar. Yayınladıkları bildiri ile izleyecekleri politikalarını açıkladılar. Darbeciler, bir taraftan güven tesise çalışırken diğer taraftan da Mayıs 1978’de bazı idam cezaları uyguladılar. Nisan 1978’de komünistlerin iktidara gelmesi ile, Afganistan’daki Sovyet danışman sayısında büyük bir artış gözlendi. Bu danışmanlar, Afgan polis teşkilatında ve gizli emniyet teşkilatında birtakım düzenlemelere gittiler.Muhalefette bulunanlara çeşitli işkenceler uyguladılar ve toplu infazlar yaptılar. Ayrıca Şubat 1979’da A.B.D. Büyükelçisi Adolph Dubs, önce rehin alınmış ve sonra da öldürülmüştür. Büyükelçilerinin öldürülmesi ile Amerika, Afganistan’daki Sovyet işgali karşıtı politikasında daha katı ve kararlı olmuştur.İlerleyen günlerde yönetime gelen komünistler arası siyasi rekabetten ötürü çözülmeler başladı. Bu durumda Sovyetler Birliği, orduda çoğunluğa sahip olan Halkçı’ları desteklemiş ve Babrak Karmal’ı yönetimden uzaklaştırmıştır. Perçem taraftarları, liberaller, üniversite proföserleri, muhafazakarlar ve milliyetçiler tutuklanmıştır. Bu tutuklanmaları takip eden infazlar, toplu katliamlar ve İran Şah’ının devrilmesi, Afganistan’da genel huzursuzluğu daha da artırmıştır.Eylül - Aralık arası dönemde huzursuzluk iyice tırmandı. Eylül 1979’da iktidarda sadece Emin bırakıldı. Nihayet 24 Aralık 1979’da kesin Sovyet işgali gerçekleşti. Sovyet işgali ve Emin’in bir Sovyet ajanı tarafından öldürülmesinden sonra, Babrak Karmal başbakan oldu. Afgan halkı, Rus birliklerinin ülkelerine girmelerine büyük tepki gösterdi. Bunun üzerine Sovyetler, Karmal’ı ve ideresini savunmak için Afganistan’a takviye askeri birlikler sevketmişlerdir. Bu istiladan sonra ise, her alanda Sovyet danışmanların ağırlığı hissedildi ve Afgan ordusu tamamen hakimiyetlerine geçti.3.3. 1979 - 1989 Arası DönemSovyet danışman veya teknisyenlerden Orta Asya kökenlilerin çoğunluğunu Tacikler teşkil etmiştir. Sovyetler, Afganistan’ı istilaları sırasında Öğretim Elemenları’nın yetersiz oluşu nedeni ile fazla başarı sağlayamamışlardır. Ancak Sovyetler Birliği’ne eğitim amaçlı gönderilen Afganlı öğrenci sayısı önemli miktarda artmıştır. Örneğin 1980’de Taşkent’teki 600 Afganlı öğrenci varken daha sonra bu sayı, 5.000’e yükselmiştir.1982 yılında Sovyetler Birliği’nde eğitim gören toplam Afganlı öğrenci sayısı, 25.000’e ulaşmıştır. Taşkent’te bulunan ve Özbekçe bilen bazı Afganlı öğrenciler, ülkelerindeki mücahit faaliyetleri hakkında Özbeklerle bilgi veriyorlardı. Bu durumu önlemek isteyen Sovyet yetkilileri, Afganlı ögrencileri Moskova ve Leningrad’a taşımak istemiştir. Ancak Özbek lider Reşidov’ın girişimleri ile, bu durum önlenmiştir.Sovyetler, Afganistan’ı işgal ederken oradaki yer altı ve yer üstü doğal kaynakları kullanmayı, Orta Doğu Petrol bölgesi ve Hint Okyanusu’nu denetim altına alamayı hesap ettiler. Ancak 10 yıl süreli işgal döneminde bu hesap gerçekleşmemiştir. Bu başarısızlık, birçok sebepe dayanmakla birlikte bunlardan üç tanesi özel önem arzetmektedir. Bu önemli sebepler:(1) Müslüman Afgan halkının olaganüstü bir direniş göstermesi,(2) Amerika’nın dünya kamuoyunda konuyu sıcak tutması ve bazı yaptırımlar uygulaması,(3) Sovyetler’in gerçekleştirdiği haksız işgalin ülke insanlarına getirdiği yükün ve insan kaybının daha sonra başlayan açıklık politikası ile Sovyet halkınca öğrenilmesi ve tasvip edilmemesi olarak belirtilebilir.Sovyet işgali üzerine Afgan halkı, direnişe başladı. Başlangıçta direniş gösteren Afganlılar’ın eğitimsizliği ve yeterli modern silahlardan yoksun bulunmaları, başarılı olmalarını engelledi. Buna karşılık Sovyetler’in çok üstün silah gücüne sahip olmaları, ülkeyi denetim altına almalarını kolaylaştırdı. Bunun üzerine, önemli bir Afgan mülteci grubu Pakistan’a göçtü.Peşaver vadisi, kısa zamanda Afganlı mülteciler ile doldu. Sayıları milyonlara ulaşan bu insanlar, kabile yapılanmalarını orada da oluşturdular. Afgan kabileleri arasındaki rekabet, dini ve etnik farklılıklara dayanan mücahit grupları, arasında birlik oluşturmayı engelledi. Dost ülkeler, yaptıkları yardımlarla bu gruplaşmaları daha da teşvik ettiler. Afganistan’da eğitim ve öğretime fazla önem verilmemesi, geri kalmalarına, kabile hayatını sürdürmelerine ve bir millet haline gelmelerine engel olmuştur.Ayrıca kurulan hükümetlerin, Afgan halkının %60’ını oluşturan Taştumları koruması, Türk kabilelerini (Özbek, Türkmen, Kırgız ve Hazera), Tacik ve diğer toplulukları eğitim ve diğer sosyal haklardan mahrum etmesi, bu kabilelerin karışarak bir Afgan milletini oluşturmalarını engellemiştir. Afganistan’daki Sovyet baskı ve katliamına paralel olarak Afganistan’dan Pakistan’a göç edenlerin sayısı da artmıştır.1983 yılında Peşevar vadisindeki mülteci sayısı, 3.5 milyonu bulmuştu. Pakistan, buradaki mültecileri kabilelerine göre kamplara yerleştirmiştir. BM (çeşitli yardım organlarıyla), Dünya Sağlık Teşkilatı, Milletlerarası Çalışma Teşkilatı, Türkiye Kızılay Teşkilatı gibi birçok yardım kuruluşu, bu mültecilere çeşitli yardımlar sağlamıştır. Suudi Arabistan ve Kuveyt başta olmak üzere bazı İslam ülkeleri de, Pakistan’a maddi para yardımı yapmışlardır. Daha sonra bu mülteci kamplarına iskan edilen Afgan kabileleri, çeşitli “Mücahidin Grupları” oluşturmuşlardır.Bu mücahitlere Afgan ordusundan kaçan subayların katılması, Pakistan ve Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerin de silah sağlaması üzerine, bu mücahitler, Afganistan içlerine girerek işgalci Sovyet güçlerine karşı savaşmışlardır. Fakat tüm bu gelişmelere rağmen bu gruplar, bir birlik altında toplanamamıştır. Bu olumsuz durum, hem Sovyetler’e karşı başarıyı hem de siyasi birliği engellemiştir. Ne varki çeşitli ülkeler, bu grupları, etkisi bu gün dahi görülebileceği gibi kendi çıkarları doğrultusunda desteklemişlerdir. Ancak Afgan halkı ve mücahit grupların olağan üstü gayret ve kahramanlıkları ile Sovyetlere emperyalizmine büyük maddi ve manevi zararlar verdirilmiştir.Amerika, Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesine büyük bir tepki gösterdi. Amerika’nın bu tepkisini diğer NATO üyesi ülkeler de destekledi. Yukarıda da değinildiği gibi Amerika’nın Sovyet işgaline karşı olmasındaki en önemli nedenlerden biri, 1979 Şubat’ında büyükelçilerinin öldürülmesiydi. Amerikan yönetimi, büyük kamuoyu baskısıyla kukla Karmal yönetimini tanımamış ve Senato onayına sunduğu SALT II anlaşmasını geri çekmiştir.Kongre desteğini de alan Amerikan yönetimi, Afgan halkına kendisini yönetme hakkı dahil her türlü yardımı yapmayı resmi politika olarak ilan etti. Ancak konuyla ilgili kesin bir çözümün sorumluluğunu ise, BM’e havale etmiştir. Bu durum da sorunun sürünceme de kalmasına neden olmuştur. Ayrıca diğer NATO ülkeleri de Afganlı mülteci ve mücahitlere, para ve askeri malzeme yardımı yapmışlardır. Kendi çıkarları doğrultusunda Çin’de, Amerika yanında yer almış ve mücahitlere yardım yapmıştır. Böylece Sovyetler Birliği, uluslararası alanda yalnız kalmıştır. Buna rağmen hiç bir hukuka dayanmayan haksız ve kanlı Afganistan’daki Sovyet işgali, on yıl kadar sürmüştür.Kızıl ordu Afganistan’a girdiği zaman Sovyetler, Afgan ordusundan ve Afgan hükümetinden bekledikleri ilgiyi bulamamışlardır. Kendilerine yalnızca Rusya’da eğitim gören subaylar yardımcı olmuşlardır. Umduklarının tam tersine ordunun önemli bir kısmı, Sovyetlerle işbirliği yapmayı ve kendi halkını öldürmeyi reddetmiştir. Sonuçta 100 bin kişilik Afgan ordusundan 70 bini silahlarıyla birlikte mücahitler tarafına geçmişlerdir.Sovyetler, bu başarısızlıklarının yanısıra Afganistan’ın sarp arazisi karşısında da çaresiz kalmışlardır. Bütün bu başarısızlıkları Kızıl orduyu kontrolden çıkarmış ve Afgan halkına karşı adeta bir soykırım başlatmışlardır. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 20 Kasım 1985 tarihinde yayınladığı rapora göre, Ocak-Eylül 1985 arasında Sovyet ordusu, 32.755 kişiyi öldürmüştür. Sovyetler’in masum halka saldırılarını öğrenen mücahitler, karşı saldırılarını sıklaştırmış ve önemli kayıplar verdirmişlerdir. 1979-1984 yılları arasında Sovyet ordusu 8 bini ölü olmak üzere 25 bin kayıp vermiştir. Aynıdönemde Sovyet maddi kaybı da 12 milyar doları bulmuştur.Sovyet ordusu bu kanlı işgaliyle 1987’e kadar hem kendisini hem de Afgan halkını çok yıpratmıştır. Bu tarihten sonra Sovyetler’in politikalarında bazı değişiklikler görülmüş ve Sovyet hükümeti içeriden ve dışarıdan gelen baskılar karşısında Afganistan’dan çekilme yolları aramaya başlamıştır. Sovyet ordusu, Brejnev devrinde Afganistan’a girmişti. Bu haksız ve kanlı işgali sona erdiren Mihail Gorbaçev olacaktır. Gorbaçev, Afganistan’dan çekilmek için önce uygun zemin ve zaman aramaya başladı. Bunun ilk adımını da, 1979’da iş başına getirilen Karmal’ı Afganistan Demokratik Halk Partisi ve hükümet başkanlıklarından alarak attı. Yerine Dr. Muhammed Necibullah’ı getirdiler. Necibullah’a bir “Milli Uzlaşma Komisyonu” kurdurdular.Bu komisyon üyeliklerine kabile reislerini getirerek hükümete karşı muhalefeti önlemek istiyorlardı. Ancak kabile temsilcilerine istediklerini yaptıramayınca hükümet değişikliğinden beklediklerini bulamadılar. Bu arada Gorbaçev, Afganistan sorunundan çok kendi ülkesinde olanlardan endişeliydi. Gorbaçev, 1987 yılında uygulamaya koyduğu Perestroyka ve Glastnost ile açıklık ve yeniden yapılanma getirdi. Uygulanan bu politika ile de Rusya’nın yıllardır mazlum milletleri nasıl sömürdüğü ortaya çıktı.Sovyetler, Afganistan’dan çekilme konusunda Amerika ile başlattıkları gizli görüşmeleri hızlandırmak zorunda kaldılar. Gorbaçev, 22 Şubat 1988 günü İsviçre’nin Cenevre şehrinde başlayacak görüşmelerden önce 8 Şubat 1988’de bir açıklama yaparak, 15 Mart’a kadar anlaşma sağlanırsa 9 ayda Afganistan’dan çekileceğini ilan etti. Sovyetler ve Amerika arasında yapılan anlaşma, 14 Nisan 1988 tarihinde Cenevre’de imzalandı. 15 Mayıs 1988’de yürürlüğe giren bu anlaşmayla Sovyetler’in Afganistan’dan nasıl çekileceği açık bir şekilde belirtilmemiş olmasına rağmen taraflar arasında yapılan gizli bir protokolle Sovyetler, 120 bin kişilik ordusunu 15 Mayıs 1988 ile 15 Şubat 1989 arasında Afganistan’dan çekmiştir. Sonuç olarak on yıl süren işgali sırasında Sovyetler’in yaptığı zulüm ve katliamlar cezasız kalmıştır. Bütün Müslüman ülkelerde olduğu gibi dünya kamuoyu da Afganistan’daki haksızlıklar karşısında duyarsız kalmıştır.3.4. 1979 Sonrası DönemAfganistan’da iç savaşın çıkış sebeplerinin başında Afgan mücahit gruplarının kabile yapısından kendilerini kurtaramamaları gelir. Bu durum Sovyet ordusunun çekilmesinden sonra da devam etmiş, ülkede birlik ve beraberlik sağlanamamıştır. Mücahit gruplar kabilelere dayanmalarının yanısıra “Ilımlılar” ve “Radikaller” olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Ayrıca Afganistan’da yaşayan 6 milyon dolayındaki Türk’te “Müslümanlar Birliği” adlı ayrı bir grup oluşturmuştur.Türk mücahit grubunun başına geçen Azad Beg, Peşevar vadisine göç eden ve Afganistan’da kalan Türkleri bir araya toplamıştır. Ancak bu Türk mücahit grubu, Türkiye veya uluslararası kuruluşların sağladığı yardımlardan faydalandırılmamıştır. Bunun üzerine Türkiye, Pakistan’da yaşayan Afganlı mültecilerden 5 bin kişilik bir Türk grubu Türkiye’ye getirmiş ve diğerlerine de özel yardım yapmıştır.Sovyetler’in Afganistan’dan geri çekilmelerinden sonra Azad Beg, Afgan Türklerinin liderliğini, bir zamanlar Afganistan ordusunda da görev yapmış olan General Raşit Dostum’a bırakmıştır. Afganistan Türkleri arasında Türkiye Türkleri için Atatürk benzeri bir misyon yüklenen General Dostum, Türk mücahit gruplarını kısa sürede düzenli orduya çevirmiş ve haklarını korumaya çalışmıştır.Sovyetler ve Amerikalıların anlaşması üzerine Afgan mücahit gruplarından yedisi, Kasım 1987’de bir ittifak kurmuşlar ve Afganistan’daki Necibullah hükümetini tanımadıklarını duyurmuşlardır. Ayrıca bu mücahit grupları arasında varılan mutabakat gereği; kurulacak yeni Afgan hükümetinde her bir mücahit grup lideri üçer aylık dönemler için başbakanlık görevi üstlenecekti. Ancak bu karar; Amerika, Sovyetler Birliği ve Pakistan tarafından desteklenmedi. Artık Afganistan için gelecek günlerde, mücahit gruplar arası iktidar mücadelelerinin sürdüğü kardeş kavgası felaketi yaşanacaktı.Afganistan’dan çekilmeden önce Sovyetler, yönetime kukla Necibullah’ı getirmişler ve daha sonrada bütün güçleri ile desteklemişlerdir. Necibullah kuvvetleri ile mücahit grupları arasındaki çarpışmalarda, her iki taraf ve sivil halk büyük kayıplar vermiştir. Kanlı çarpışmalardan sonra silah ve askeri azalan Necibullah, ailesi ile birlikte Kabil’deki BM binasına sığınmıştır. Böylece Afganistan, mücahit grupların eline geçmiştir. Mücahidlerin kurdukları hükümette başbakanlık görevine Rabbani gelmiş ve yıllardır harap ve bitap düşmüş ülkedeki yaraları sarmaya çalışmıştır.Ancak kısa bir süre sonra ise, yeni hükümete karşı muhalefet büyümüştür. Ardından da bölgedeki Amerikan ve Pakistan çıkarlarını korumak amacıyla organize edilen Taliban örgütü, mevcut hükümeti tanımayarak ülkeyi silah zoruyla ele geçirmiştir. Taliban birlikleri ile hükümet yanında yer alan Ahmet Şah Mesut ve General Dostum birlikleri arasında çok çetin ve kanlı muharabeler olmuştur. Savaşan taraflar ve sivil halk, çok büyük kayıplar vermiştir.4. Sonuç1900 öncesi haritaların incelenmesi ile Afganistan Devleti’nin bulunduğu bölgede daha önce böyle bir devletin olmadığı anlaşılacaktır. Bu bölgede, ya eski adıyla; Tatarya, İskitler, Horosan, Cenubi (Güney) Türkistan gibi veya yönetim kurmuş hükümdar veya sülale adıyla; Hunlar, Oğuzlar, Gazneliler, Selçuklular, Babürlüler ve mahalli hanlıklar gibi isimlere rastlanacaktır. Tarihte Afgan diye bir millet olmamıştır. Yaklaşık bir asır önce İngilizler, böyle bir kelime yerleştirmiştir. Bölge halkı hayvancılıkla uğraştığından, hayvanlarına otlak bulabilmek için kışın Penjap vadisine göçer, ilkbaharda da geri dönerdi. Türkler bu halka, hareket eden veya göçebe manasına gelen “Avghan” derlerdi. Bu halk ise kendisini, “Pushtu - Pushtan” olarak anardı. Rusların Türkistan’ı, İngilizler’in de Hindistan’ı işgal etmeleri, sınır komşuluklarını gündeme getirdi. Bunun üzerine yaptıkları hesaplar ve aralarında yürüttükleri gizli görüşmelerle, bir ara devlet oluşturmaya karar verdiler. Böylece 19. asırda bir Afganistan Devleti doğdu. Ancak Güney Türkistan’ı da kapsayacak bu devletin yönetiminde bölge halkı veya Türklerin bulunması, İngiliz ve Rus çıkarlarına uygun değildi. Böylece İngilizler, Penjab Sihlerini teşvik ederek ve silahlandırarak, William Cambell adlı bir İngiliz subayın sevk ve idaresinde bölgeyi işgal etmelerini sağladılar.Daha sonra Müslüman olduğu ve general ünvanı aldığı görünümü verilen Cambell, General Muhammed olarak beş şahın Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmüştür (Emir Şir Ali’den Emir Abdurrahman’a kadar). Yaklaşık bir asır önce cereyan eden bu hadise, Taliban olayında da tekrarlanacaktır. Taliban grubu, Pakistan’ın Peşaver şehrinde organize edildikten sonra Afganistan’a sokularak yönetime geçirilmiştir. Bu sefer, yerli Avghan kabileri silahları ile birlikte onlara katılmıştır.Sözlük anlamı öğrenci olan Taliban, Peşaver’deki medreselerde din dersleri alan gençlerin kurduğu bir örgüttür. Bu çocukların, çok üstün savaş tecrübesine sahip mücahitler karşısında başarı kazanması akıl ve mantıkla açıklanabilecek bir şey değildir. Talibanla savaşan yerli halkın çoğunluğunu; Türkler, Tacikler ve Pushtan olmayan Turanlılar oluşturmaktadır. Ayrıca Taliban kuvvetleri arasınada birçok gayrimüslümün de bulunduğu alınan esirlerden anlaşılmıştır.Özellikle iç savaş ve kardeş kavgası dramının yaşandığı dönemde Afganistan’da yaşayan halkların kaderine tesir edebilecek ve yaşadıkları derin ızdırapları azaltabilecek rolü, sadece Türkiye üstlenebilirdi. Çünkü; bölgedeki Türk soydaşlarının varlığı kadar diğer mücahit grupların güvenine sahip yegane ülke Türkiye idi. Ne varki gerek Türkiye’nin aktif arabuluculuk girişimlerinin olmaması ve karşı taraftan da böyle bir talebin gelmemesi, bu fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur.Yeni Afganistan Devletinin yapılanması, Saray’ın da belirtiği gibi, “Afgan, Türk ve Tacik bölgelerinden oluşacak bir federasyon ile Afganca, Türkçe ve Tacikce’nin resmi diller kabül edilmesi” şeklinde olması en mantıklı görülmektedir. Ancak bu şekilde ülkede kalıcı bir barış ve huzur tesis edilebilecektir.

Suudi Arabistan

Arabistan tarihi, ilk yaratılmış insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem ile Arabistan toprakları üzerinde Hazret-i Âdem'den sonra birçok peygamber geldi. Bunlardan Hazret-i Nuh, insanlığın ikinci babasıdır. Araplar, Hazret-i Nuh'un üç oğlundan biri olan "Sam"dan türemişlerdir. Bu yüzden ülke toprakları üzerinde ilk yaşayanlara "Samiler" adı verilir.Samiler'den sonra gelenlere, Arab-ı aribe dendi. Himyer, Gassan ve Hire gibi bir takım devletler kuruldu. Eski Araplarla, yeni gelenlerin karışması neticesi, Arab-ı müsta'ribe meydana geldi. İslamiyet'ten evvel, Araplar çeşitli kabileler halinde yaşarlardı. Bunların en şereflisi Kureyş, bunun içerisinden de Haşimi kolu sayılıyordu. Hazret-i Muhammed, bu koldan gelmekteydi ve 610 yılında İslam dinini tebliğe başladı. 630 yılında Mekke fethedildi.Hazret-i Muhammed 632 yılında vefat edince Dört Halife (632-661) devri başladı. Bahreyn, Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Afrika, Kafkasya ve Horasan fethedildi. Dört Halife devrinden ve Hazret-i Hasan'ın altı aylık hilafetinden sonra, devlet idaresi 662 yılında Emevilere geçti. Sicistan, Afganistan, Semerkant, Erzurum, Kıbrıs, Girit, Sicilya, Buhara, Harzem, Hint toprakları Malatya ve Türkistan fethedildi. Sınırlar Atlas Okyanusu ve Fransa içlerinden Türkistan'a kadar uzandı.Emevi Halifeliğinden sonra, 750'de Abbasi Halifeliği devri başladı. Fakat Abbasiler her geçen gün kuvvet ve itibarını kaybediyordu. Çeşitli iç isyanların ve toprak kayıplarının yanında, Moğol felaketiyle 1258'de fetret devrine girildi. Üç senelik fetret devrinden sonra, Abbasilerin Mısır'daki halifeliği 1517 yılına kadar devam etti.Arabistan Yarımadası, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamanında, Osmanlı hakimiyetine geçti. Sultan Selim Hanın 1517'deki Ridaniye Muharebesiyle Mısır'ı alıp, Memluk Devletine son verdikten sonra, bu devletin nüfuzu altında bulunan Mekke ve Medine havalisi de Osmanlı hakimiyetini tanıdı. O sırada Mekke emiri bulunan Şerif Berekat bin Muhammed Hasani, derhal henüz on iki yaşında bulunan oğlu Şerif Ebu Nümey'i, elçilik heyetiyle Mısır'a göndererek Osmanlı padişahına tazimlerini arzla Mekke'nin anahtarlarını takdim etti.Şerif Ebu Nümey, Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han tarafından da kabul edildi. Şerif Ebu Nümey'e hil'at giydirilerek, padişahın elini öptü. Şerif Berekat'a Mekke emirliği menşuru yazılıp, oğluna verilen hediyelerle Mekke'ye gönderildi. Mısır hazinesinden Mekke emirine maaş bağlandı. Ayrıca Şerif Ebu Nümey ile beraber Mekke ve Medine ahalisine dağıtılmak üzere, padişah tarafından 200.000 altınla bol miktarda zahire gönderildi. Bunları Emir Muslihiddin ile Mısır'dan iki kadı götürüp, mahallerinde dağıtmaya memur edildiler.1517 yılından itibaren Mekke ve Medine'deki camilerdeki hutbelerde, Osmanlı padişahlarının adları zikredildi. Emir tayinleri de Osmanlı padişahlarınca yapılırdı. Mekke emiri olan şerif vefat eder veya azil yahut istifa ile makamı boşaldığı zaman, yerine tayin olunacak yeni emir, şeriflerin seçimleri Mekke kadısıyla Mısır, Şam ve Cidde valilerinin arz ve inhaları üzerine padişah tarafından tayin edilirdi. Emir tayini, dört yüz yıldan fazla bu usulle yapıldı.Osmanlılar bölgeyi imtiyazlı halde tuttular. Mübarek belde olması dolayısıyla ahalisine ziyadesiyle yardım edip, manevi ve sanat değeri yüksek pek çok eserler yaptırdılar. Arabistan ahalisi, Osmanlıların hakimiyetinde kaldıkları 1517-1918 yılları arasında bolluk içinde yaşayıp, ihtiyaçları ziyadesiyle karşılandı.1737 yılında Abdülvehhab oğlu Muhammed'in yaymaya başladığı Vehhabilik yolu, Arabistan'daki sükuneti bozdu. Bu yol siyasi bir hal de alınca; Osmanlı Devletine karşı bölgedeki Bedevilerin desteğinde 1791'de isyan ettiler. Mekke Emiri Şerif Galib Efendi ile harp ettiler. Sayısız Müslümanı öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını aldılar. Bunlar 1801'de Mekke'ye saldırdılar. Mekke Emiri Şerif Galib Efendi, bunları şehre sokmadı. Mekke etrafındaki Arap kabileleri de Vehhabi oldu.1803'te Taif'e girdiler. Taif'teki Müslümanlara işkence edip, kadınları ve çocukları acımasızca öldürdüler. Hac mevsiminde Mekke'ye de saldırdılar. Şehre giremediler. Şerif Galib Efendi, Cidde'ye girince Sü'ud bin Abdülaziz antlaşmayla şehre girdi, türbe ve mezarların hepsini yıktırdı. Suudiler, Şerif Galib Efendiyi yakalamak için Cidde'ye gittiyse de Osmanlı askerinin mukavemetinden geri çekildiler. Mekke'de işkence, zulüm, soygun artınca, Şerif Galib Efendi, Cidde'den şehre gelip Vehhabileri kovdu. Yemen dağlarına kaçtılar. Kaçarken çok zulüm, soygun yaptılar. Şerif Galib Efendinin tavsiyesiyle Beni Sakif Kabilesi de Taif'teki Vehhabileri şehirden kaçırttılar.Vehhabiler, Yemen dağlarındaki cahil, vahşi köylüleri toplayıp, kuvvetlerini arttırarak tekrar Mekke'yi kuşattılar. Şehir açlık sebepiyle teslim oldu. Yine şehirde çok zulüm ve tahribat yaptılar. Mübarek beldelerdeki zulüm ve tahribat, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşanın 1812'de Cidde'ye gelmesi ve Mekke'ye asker göndermesine kadar devam etti.Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa, Vehhabilerin merkezi Deriyye'yi 1818'de fethedip, Vehhabi Emiri Abdullah ibni Suud ile dört oğlu ve ileri gelenlerini esir alıp, İstanbul'a gönderince, bunlar idam edildi. İngiltere bölgede fitne çıkarıp, Osmanlı Devleti içinde isyan başlatmak istediyse de 1857'de barışla etkisiz hale getirildi. 1860 yılında bütün emirler devletin itaatı ve terbiyesi altına sokuldu.1897'de Suudilerin lideri olan Abdülaziz er-Reşid, Vehhabiliği tekrar faal hale getirdi. Riyad, Kasim, Büreyde şeyhleri, El-Mühenne köyünde bulunan Abdülaziz bin Suud bin Faysal ile anlaştılar. Abdülaziz bin Suud, 12.000 hecinli ile Kuveyt'ten Riyad'a geldi. 1902'de bir gece Riyad'a girdi. Abdülaziz ibnür-Reşid'in Riyad Valisi Aclan'ı bir ziyafette öldürdü. Zulümden yılmış olan halk, bunu emir yaptı. Üç sene çeşitli muharebeler yapıldı. Abdülaziz ibnür-Reşid öldürüldü. 1915'te Osmanlılar işe karışarak, Abdülaziz bin Suud, Riyad kaymakamı olmak üzere barış yapıldı. Sonra Reşidiler ile Suudiler arasında Kasim'de harp olup, Abdülaziz bin Suud mağlup oldu.1918'de Abdülaziz bin Suud, İngilizlerin teşviki ile bir beyanname yayınladı. Mekke'ye ve Taif'e saldırdı. Fakat, bu şehirleri Şerif Hüseyin Paşadan alamadı. 1924'te İngilizler, MekkeEmiri Şerif Hüseyin bin Ali Paşayı yakalayıp, Kıbrıs'a götürdü. İngilizlerin bu hareketinden sonra, Abdülaziz bin Suud, 1924'te Mekke'yi ve Taif'i rahatça ele geçirdi. Suudiler, İngilizlerin yardımıyla bölgede kontrolü sağlayınca, Osmanlı Devletinden sonra halifelik makamına sahip olmak istedilerse de başaramadılar.İbn-i Suud, 1932 yılında Suudi Arabistan Krallığını kurdu. 1953 yılında ölümünden sonra, yerine oğlu Suud bin Abdülaziz geçti. 1964'te tahtan indirildi. Yerine kardeşi Faysal getirildi. 1977'de sarayında yeğeni tarafından öldürüldü. Yerine kardeşi Halid geçti. O da 1982'de ölünce kardeşi Fahd geçti.Suudi Arabistan 1948, 1967 ve 1973 yıllarında vuku bulan Arap-İsrail harplerine katıldı. İngiltere, Fransa ve ABD'den milyarlarca dolarlık silah, malzeme, savaş uçakları, güdümlü mermiler alındı. 1990 ortalarında Kuveyt'in Irak tarafından işgal edilmesine karşı olan Suudi Arabistan, Irak'ı Kuveyt'ten çıkarmak için harekete geçen "çok uluslu güce" üs vazifesi yaptı.

ABD'nin Kuruluşu

Amerika'nın 1492'de keşfinden sonra İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, bu kıtada toprak sahibi oldular. İngilizler, Amerika'daki topraklarını genişlettikten sonra İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerden göçmenler yerleştirerek koloniler kurdu. 18. yüzyıl ortalarında, bu kolonilerin sayısı 13'e yükseldi. Koloniler, ABD'nin temelini oluşturmuştur.İngilizlere bağlı olan koloniler, İngiliz Kralı'nın tayin ettiği bir vali tarafından yönetiliyor ve bir de meclisleri bulunuyordu. Amerika'da yaşayan bu insanların İngiltere'nin özgür vatandaşlarından farkı yoktu. 1756-1763 yılları arasında İngiltere'nin Avusturya, Fransa ve Rusya ittifakıyla yaptığı savaşlar (Yedi Yıl Savaşları), İngiltere'nin maliyesinin bozulmasına neden olmuştur.İngiltere'nin mali durumunu iyileştirmek amacıyla yeni vergiler koyması, Amerika'daki kolonilerin tepkisiyle karşılaştı. 1774'te toplanan 1. Filedelfiya Kongresi'nde İngiltere ile savaşa karar verildi. 2. Filedelfiya Kongresi'nde (1776) 13 sömürge, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu kongrede İnsan Hakları Bildirisi kabul edilerek onaylandı.Fransa, İspanya ve Hollanda'dan yardım alan koloniler, İngilizleri yendiler. İngilizler, barış istemek zorunda kaldı ve Versaille (Versay) Antlaşması imzalandı (1783). Bu antlaşmaya göre:İngilizler, 13 sömürgenin bağımsızlığını tanıdılar. Antillerden bazı adaları ve Senegal'i Fransa'ya verdiler. Bağımsızlıklarını ilan eden eyaletler içişlerinde serbest olmak şartıyla bir araya gelerek Amerika Birleşik Devletleri'ni kurdular (1787). ABD'nin Kuruluşunun Sonuçlarıİnsan Hakları Beyannamesi ilan edilerek demokratik bir rejim kurulmuş ve Avrupa'ya örnek olmuştur. Avrupa'ya karşı denge unsuru olmuştur. Avrupa kültür ve medeniyeti yeni bir yayılma alanı bulmuştur. Göçler sonucunda Avrupa'da işsizlik azalmış, siyasi ve dini kavgalar önemini kaybetmiştir.

Tapınak Şövalyeleri

Tapınak Şövalyeleri, M.S. 1119'da varlığı anlaşılmış ve bu bölgedeki araziye sahip oldukları bilinen bir gruptu. Grup, Clairvaux'lu St. Bernard önderliğinde on Fransız şövalyesi tarafından kurulmuştu. O yıl Hugues de Payns ("Paganlar'ın" anlamına gelir) bu şövalyeler, Jerusalem'deki Kral Baldwin'in sarayına yerleştikleri Kutsal Topraklar'a gittiler. Burası, Kutsal Mezar'a yakındı ve Hz. Süleyman Tapmağı'nın' bulunduğu yere inşa edilmişti. Kutsal Şehir'e yolculuk yapan hacıları korumak için yemin ettiler ve manastır geleneklerine uyarak saflık, yoksulluk ve itaat yemini ettiler.Ancak bu şövalyelerin neyin peşinde oldukları ve Jerusalem'de ne buldukları konusunda bol miktarda söylenti ortaya çıktı. Ne olursa olsun, bu şövalyeler Avrupa'da doğrudan Papa'ya bağlı güçlü bir askeri güç haline geldiler. Bu gruba katılmak isteyen birçokları akın etti ve sonucunda geniş topraklara sahip oldular. Uluslararası bağlantıları sayesinde Tapınak ilk banka haline geldi ve Hıristiyan dünyasının farklı noktalarında birçok alışverişi sağladı. Bu, zenginliklerini daha da artırdı.Sufıler'le yakın ilişkilerini koruyarak, Kabala ve simya hakkındaki bilgilerini paylaştılar. Gizli törenleri ve mistik amaçları hakkında hikayeler yayılmaya başladı. Zamanla, zenginlikleri Fransa Kralı 4. Philip'i (Adil Philip) bile kıskandırdı. Grubun kurulmasından 189 yıl sonra 13 Ekim 1307 Cuma günü, Philip'in adamları Büyük Usta Jean Jacques de Molay ve 140 şövalyesini bölücülük, Tanrı'ya küfür ve büyücülükle suçladılar. Bunun ardından şövalyeler büyük eziyetler gördüler. Birçoğu, putperestliklerini itiraf etmeleri için Engizisyon tarafından işkence gördü.1312'de Papa V.Clement resmi olarak grubu kaldırdı ve yerine Hospitaler Şövalyeleri'ni getirdi. Bağlandığı kazıkta öldürülmeden önce, masumluğunu savunan Büyük Usta, Tapınak Şövalyeleri'ne karşı işledikleri günahlar için 4. Philip ve 5. Clement'i Tanrı'nın önünde hesap verirken görmeyi diledi. Philip'e bir yıl, Clement'e bir ay verdi. İkisi de tanınan sürelerin sonunda acı içinde öldüler: Philip atından düştü, Clement ise kanserden öldü.O zamanlar grubun tamamen ortadan kalktığı sanılıyordu ama şimdilerde Tapınak geleneğinin farmasonluğa dönüşerek devam ettiği düşüncesi dolaşmaktadır.Gizlilik geleneği, Tapınak Şövalyeleri'nin inançlarını ve üyeliğe kabul törenlerini ortaya çıkarmayı imkansız kılmaktadır. Şövalyelerin itirafları hiçbir gerçek içermeyecek şekilde işkence yoluyla kazanılmıştı. Ancak grubu kuran şövalyelerin Jerusalem'deyken Akit Sandığı'nı bulduklarına dair söylentiler vardır. Bu bölgedeki gizli güçler hakkında bilgileri olduğuna, bu enerjileri ayinlerinde kullandıklarına ve izoterik bilgilerinin gotik katedrallerin biçimlerindeki gizli geometride yattığına dair inançlar da vardır.Tapmak, gruba katılmak isteyen heyecanlı şövalyelerin verdikleri hediyeler sayesinde zenginliğini artırmıştır. Yaptığım araştırmalara göre, 1155'de Pembroke'lu Earl soyundan John Marshall kendilerine gizli bir yer verdiğinde Marlborough Downs'ın sahibi oldular. Haklarında çok fazla bilgi yoktur ve bilindiği kadarıyla birkaç kiracıyla bir çiftlikten başka bir şey kalmamış durumdadır. Ancak herhangi bir kilise binasına raslanmadığı için, buranın önemli bir Tapınak mülkiyeti olduğu da kabul edilmemektedir. Yere adını veren Tapınak'la bağlantısı, ayrı bir muammadır.

Urartular

Doğu Anadolu'da yaşamış ilkçağ ulusudur. Urartu Devleti en parlak döneminde (M.Ö. IX. yy.) Hazar Denizi'nden Malatya'ya kadar uzanan alanda egemenlik sürüyordu. Başkenti Tuşpa (Van) idi. Devletin kuzey sınırları Erzurum ve Erzincan'a, güney sınırlarıysa Musul ve Halep'e kadar uzanıyordu. O yıllarda Ön Asya'nın büyük devleti olan Asur Devleti, Urartuların bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı.Urartular M.Ö. VIII. yüzyıla kadar Yakındoğu'nun en büyük devletlerinden biri olarak yaşadılar. Bu yüzyılın ortalarında Kimmer ve Îskit akınlarıyla sarsılarak dağlık bölgelere sıkıştılar, Îskit istilâsından ve VII. yüzyılda Asur Devleti'nin ortadan kalkmasından sonra Medlerin Anadolu'yu ele geçirmeleri üzerine Urartu Devleti M.Ö. 600 yıllarında son buldu.Urartu UygarlığıBugüne kalan yazıtlardan anlaşıldığına göre Urartu kralları başkent Tuşpa'da ve başka kentlerde kaleler, saraylar, su kanalları yaptırmışlardı. Ortaya çıkarılan eserler Urartu mimarisinin yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir. Urartuların yaptığı su tesisleri de ilgi çekicidir (kral Menua'nın yaptırdığı Menua ya da Şamranaltı Kanalı, Keşiş Gölü Barajı v. b.). Onlardan kalan madenî eşya ve kapkacak, taş, kemik ve seramik eserler sanat ve teknik bakımından ileri düzeydedir.Urartu dili Ön Asya dilleri grubuna girer. Yazılarıysa iki çeşitti: çivi yazısı ve hiyeroglif. Hiyeroglif yazısı yönetim ve din işlerinde kullanılıyordu. Bazı bilginler bu yazıyı onların kendilerinin bulduğunu, bazılarıysa Girit veya Hitit yazılarından edindiklerini öne sürerler. Urartular çivi yazısını Asurlardan almışlar ve bunu değiştirerek sadeleştirmişlerdi. Taş üzerine yazılmış kral yazıtları, yıllıklar, askeri olaylardan söz eden belgeler, yapılar ve su tesisleriyle ilgili levhalar çivi yazısıyla yazılmıştır.ArkeolojiUrartular üzerinde arkeolojik araştırmalar 1879 yılında başladı. Van-Toprakkale bölgesindeki bu çalışmayı İngilizler sürdürüyordu. Sonra Ruslar, Almanlar, Amerikalılar bu çalışmalara katıldılar. 1938'de demiryolu yapımı sırasında Erzincan yöresindeki Altıntepe'de çok değerli Urartu eserleri bulundu ve Ankara Müzesi'ne getirildi. Bu tarihten sonra konu Türk bilim adamlarının malı oldu. Bugün Türkiye'deki Urartu araştırmaları yalnız Türk arkeologları tarafından yapılıyor: Altıntepe kazılarında Prof. Tahsin özgüç, Adilcevaz kazılarında Prof. Emin Bilgiç, Toprakkale-Çavuştepe kazılarında Prof. Afif Erzen.Urartu kralı Sordur I tarafından, kalker bir kaya üzerinde yaptırılan Van Kalesi'nde birçok Urartu kralının mezarı ve yazıtlar vardır.

Vikingler


IX. ve X. yüzyıllarda parlayan İskandinav halklarıdır. Adları «deniz savaşçıları» anlamına gelen Vikingler, aslında iki ulusa, yani Varyaglar ile Normanlar'a mensup insanlardır.İsveçli olan Varyaglar doğuya doğru yayılmış, IX. yüzyılda Karadeniz'e, hattâ İran'a kadar uzanmışlardı. Bunların çoğu Rusya'da, Novgorod ve Kiev'de yerleştiler, barışçı ticaret erbabı olarak ipek karşılığında kürk ve köle alışverişi yaptılar. Bunların içinden prens Ryurik Hanedanı Rusya'da XVI. yüzyıla kadar hüküm sürdü.NormanlarDanimarkalı ve Norveç'ti olan Normanlar («kuzey adamları») batıya doğru denizleri fethe giriştiler. Usta gemici ve korkunç savaşçı olan bu insanlar İzlanda'yı, Grönland'ı ve Kanada kıyılarını ele geçirerek sömürgeleştirdiler. Pruvası ejderha başı biçiminde olan, yelkenle ve kürekle yol alan, dibi hemen hemen düz, uzun teknelerin üstünde Büyük Britanya'ya çıktılar, zengin manastırları yağmalayarak, ağır fidyeler alarak her yere korku ve dehşet saldılar. Aynı hızlı akın tekniği anakarada da uygulandı.Sen Irmağı boyunca denizden yukarı çıkan Normanlar, biri 845'te, diğeri 885'te iki kere Paris'e saldırdılar. Luvar vadisi, Bordeaux, Toulouse, Lizbon, Sevilla, hattâ İtalya bile onların saldırısına uğradı (Robert Guiscard, XI. yüzyılda Sicilya'yı ele geçirecektir). 911 yılında başkan Rollon, sonraları Normandiya adını alan bölgeye yerleşti ve yüz yıl kadar sonra buradan kalkan Fatih William I İngiltere'nin fethine girişti.İki yüzyıl kadar Avrupa'ya egemen olan bu Vikingler sanıldığı kadar yırtıcı insanlar mıydı? Bu putatapar savaşçı insanların saldırısından ödleri patlayan keşişlerin yazdığı hikâyelere fazla inanmamak gerekir. Sağa adı verilen kahramanlık destanları, onların savaşlardaki başarılarını anlatır; bu destanlar ve bıraktıkları bazı sanat eserleri, Vikingleri tanımak için en iyi kaynaklardır.Özgün Bir UygarlıkÇok çabuk Hıristiyan olmalarına rağmen Vikingler, geleneksel inançlarını korudular. Gene Savaş Tanrısı Odin'e kurbanlar sunuyor, cinleri-perileri kutluyorlardı. Çok iyi örgütlendikleri için ülkelerinde merkezî monarşiler kurdular. Arkeolojik kazılarda çeşitli eşya (koşum, kızak, araba takımları), süs parçalan (tokalar, bilezikler, gümüş madalyon ve gerdanlıklar), silâhlar (kılıçlar, kargılar, baltalar) ortaya çıkarıldı; bunların üzerindeki ejderha, kuğu, at ve yılan motiflerinin büyülerle ilişkili bir anlamı olduğu sanılır. Tahkim edilmiş Viking köylerinin sokakları odun döşeliydi; bu köylerde kumtaşından ve granitten yapılmış, üzeri yazılı ve resimli mezar taşları bulundu.Derebeyliğin GüçlenmesiViking yayılmasının sonuçlarından biri Avrupa'da derebeyliğin güçlenmesi oldu. Gerçekten bu sürekli tehdit karşısında krallar, soyluları kendi topraklarında kendi silâhlarıyla savunmakta ve köylüleri, tahkim edilmiş yerlerde korumakta serbest bıraktılar. Böylece derebeyler bağımsızlığa yöneldiler ve krallık karşısında güçlerini artırdılar.Arkeolojik YerlerEn önemli araştırmalar Oseberg'de (Norveç) ve Jelling'deki (Danimarka) bir kral mezarlığında gerçekleşti. Eski Tralleborg ve Jutland kalelerinde, Hedeby köyünde Viking yapı tekniği ortaya çıkarıldı. İsveç'te Gotland Adası'nda çok değerli kalıntılar bulundu. (Solda) Bir Viking gemisi. Deniz savaşçıları olan Vikinglerin, zarif biçimli tekneleri bazen 20 m.den uzun olur, hem kürek hem de yelkenle yol alabilir ve alçak su kesimleri sayesinde, hem denizde hem de nehirlerde kullanılabilirdi. Ölen Viking şefleri, tabut yerine bu teknelerden biriyle gömülürdü.(Sağda) Viking başı (XI. yy) İskandinavya'da yapılan arkeoloji kazılarında, çok ustaca yontulmuş ağaç ve madenden yapılma pek çok eşya ortaya çıkarılmıştır. Devlet Tarih Müzesi, Stockholm. (Solda) Tralleborg'da (Danimarka) tarihî modeller uyarınca yeniden yapılmış bir kale-ev. Uzun seferlerden dönüşte bu geniş ahşap evlere çekilen Vikingler, esirlerinin hizmet ettiği şölenlerde, kendi kahramanlık öykülerini dile getiren ozanları dinlemeyi pek severlerdi.(Sağda) Miğferlerin süslenmesinde kullanılan, bronzdan kalıp (VII. yy.). Devlet Tarih Müzesi, Stockholm.

Uygurlar



Uygur Devleti'nin bayrağı.





Ortaçağ'da Orta Asya'da ileri bir uygarlık kuran Uygurlar, önceleri Kuzey Moğolistan'da yaşıyorlardı. Hun İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Göktürklerin buyruğu altına girdiler. Sonra onlara karşı ayaklanarak bağımsız bir devlet kurdular (740). Diğer Türk boylarım da buyrukları altına alarak güçlendiler. Yüz yıl kadar Moğolistan'a egemen olan Uygurlar, Çinlilerle de ilişki kurdular.IX. yüzyılın ortalarında Kırgızlarla Tibetlilerin saldırısına uğrayarak yıkılan Uygur Devleti ortadan kalkınca Uygurlar batıya göçtüler (840) ve dağınık küçük devletler kurdular. Sonunda bütün Uygurlar Cengiz Han zamanında Moğol egemenliğine bağlandılar. Böylece son Uygur Devleti de XIII. yy.ın başında ortadan kalktı (1212).O zamandan beri bir daha bağımsız olamayan Uygurlar, bugün Çin'in kuzeybatısında Sinkiang eyaletinde Çin egemenliği altında yaşamaktadır.Uygur UygarlığıUygurlar sanat, yapı ve yönetim işlerinde ileriydiler. Bu alanlarda öteki Türk boylarına öncü olmuşlardı. Doğu Türkistan'da yapılan kazılarda bulunan eserler, Uygur sanat ve edebiyatının yüksek bir düzeye ulaştığını gösteren tanıtlardır. Uygurlar 14 harfli bir alfabe kullanırlardı. Bugünkü Moğol ve Mançu alfabeleri Uygur alfabesinden alınmadır. Gene bu kazılarda bulunan tahta harfler Uygurların VIII. yüzyılda kitap bastıklarını göstermektedir.Uygurlar Buda dinine bağlıydılar. Mani dininden olanları da vardı. Uygurca yazıların çoğu bu dinlerle ilgilidir. Ama Müslümanlık Uygurlar arasında yayıldıktan sonra içlerinde bu dine bağlı bilim adamları da yetişti. Uygur fikir adamları Arapça ve Hintçe'den çeviriler yaptılar. Uygurlardan kalan en önemli eser Yusuf Has Hacip'in Kutadgu Bilig'idir.Kutadgu Bilig (Mutlu Olma Bilgisi)Yusuf Has Hacip tarafından Uygurca yazılmış ilk Türk mesnevisidir (1069) Batı Uygurlarının (Karahanlılar) hakanı Ebu Ali Hasan'a sunulan eser, sembolik dört kişi üzerine düzenlenmiştir: 1. hakan Küntoğdı (doğru yasa); 2. vezir Aytoldı (mutluluk); 3. vezir Aytoldfnın oğlu ögdülmüş (akıl); 4. Zahit Odgurmuş (yaşamın sonu).Bunlar arasındaki konuşmalarla toplumu meydana getiren bireylerin ödev ve sorumlulukları ve çağın yaşam felsefesi dile getirilmiştir. Kutadgu Bilig'in Uygurca ve Arapça yazmaları bulundu. XIII. yüzyılda kopya edilmiş olan Arapça Fergana yazması en güvenilir olanıdır. Üç önemli yazmanın tıpkıbasımı ile Türkçe çevirisi Türk Dil Kurumu'nca yayımlandı.

Göktürkler

İlk defa Türk adını taşıyan Türk devletidir. Göktürkler, Türklerin atlı uygarlık ya da bozkır uygarlığından yerleşik uygarlığa geçiş döneminde, Türk boylarının başına geçerek hüküm süren bir hakan sülâlesidir (552-745). Kurdukları devlete de Göktürk Devleti denir.Başkentleri Orta Asya'da Karakurum yakınında Ötüken kentiydi. Devlet başkanlarına «kağan», hakan soyundan olanlara «tigin» derlerdi. Devletin kuruluşunda kağan, Bumin'di. Ülkenin doğu kesimini yönetiyordu. Batı kesiminde ise kardeşi İstemi Kağan vardı, ama geleneğe göre o, doğu kağanına bağlıydı.Bumin öldüğünde yerine oğullarından biri değil, İstemi Kağan geçti. Göktürkler, saltanatı Avarların elinden alarak devletlerini kurmuşlardı. Bu iki kağan ve onların oğulları zamanında Göktürkler, doğuda Kingan Dağları'ndan batıda Demirkapı'ya kadar bütün Orta Asya'ya egemen oldular. İran Sasani hükümdarı Hüsrev Nuşirevan ile anlaşarak Çin ipek ticaret yollarım ellerine geçirdiler. Türk egemenliğinin batıda yayılmasında ve Batı Türkistan Türkmenleşmesinde önemli rol oynadılar.VII. yüzyılın ilk çeyreğinde bir durgunluk geçiren Göktürkler, Kutluğ İlteriş Kağan zamanında yeniden canlılık gösterdiler. Ama bu sırada doğudaki Çin tehlikesine, batıdan gelen ve Sasani egemenliğine son veren bir de Arap tehlikesi eklendi.VIII. yüzyılın başlarında, 706'da Kapağan Kağan komuta ettiği Türk ordusu Çinlileri yenerek Türk devletinin durumunu düzeltirken, batıda Kültigin Kağan ordusuyla Buhara yakınlarına kadar ilerledi (707). Böylece Türkler batıda Araplarla karşı karşıya" geldiler.Kapağan Kağan 716'da ölünce oğullarıyla yeğenleri Bilge ve Kültigin arasında iktidar mücadelesi başladı. Yeğenler bu savaşı kazandılar ama, ayrılıkçı Türk boyları ve Çinlilerle uzun uzun uğraşmak zorunda kaldılar. Kültigin 731'de, ağabeyi Bilge Kağan ise 734'te öldüler. Geniş bölgeyi elde tutmak iyice güçleşti. Arap baskısına doğuda Moğol baskısı eklenince iç ayrılıkların da etkisiyle Göktürk Devleti son buldu (745).UygarlıkGöktürkler dönemi, Türklerin bozkır göçebe uygarlığından yerleşik tarım uygarlığına geçiş dönemidir. Bu dönemde hayvancılığın yanı sıra tarım da yapılmış, etrafı duvarlarla çevrili kentler meydana getirilmiştir.Kaya resimlerinden anlaşıldığına göre Göktürkler deri veya keçe çizme ve uzun kaftan giyerlerdi. Savaşırken başlarına tulga geçirir, uzun ve eğri kılıçlar kullanırlardı.Göktürklerin, Türk dilinin özelliklerine uygun bir yazıları vardı. 38 harften oluşan Göktürk alfabesinde satırlar sağdan sola yazılırdı. Bu alfabe ile yazılmış olan Orhon ve Yenisey yazıtları Türk dilinin VII. yüzyılda gelişmiş bir kültür dili olduğunu gösterir.Göktürkler Türklerin ulusal dini olan Samanlığa bağlıydılar. Başta Gök Tanrı olmak üzere doğa güçlerine taparlardı. Hakanın hizmet yetkisini Tanrı'dan aldığına inanılır, bu görevi iyi bir şekilde yerine getirmesinin de bir Tanrı buyruğu olduğu kabul edilirdi.Yazıtlardan anlaşıldığına göre Göktürklerde ölen bir kimsenin ruhunun bir kuş gibi uçup gittiğine inanılır ve onun için «yuğ» denilen törenler yapılır, ardından ağıtlar yakılırdı.Bilge Kağan YazıtıBilge Kağan ölümünden sonra oğlu tarafından diktirilmiş (735), yazısını da yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Yazıt, piramit biçiminde büyük bir taş kütlesi üzerindedir. Taşın doğu cephesinde 41, dar olan kuzey ve güney cephelerinde 15'er satır vardır.Batı cephesindeki yazılar Çincedir. Asıl metin ve bugünkü şekil olarak yazıttan bir örnek: «Üze kök tengri asra yağız yir kılmdukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglında üze eçüm apam Bumin Kağan istemi Kağan olurmış. Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş». (Üstte mavi gök, altta kara yer yaratılınca, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım [babam ve dedem] Bumin Kağan ve istemi Kağan tahta geçmişler. Oturmuşlar, Türk milletinin ülke ve kanunlarını idare ve tanzim etmişler).Orhon ve Yenisey YazıtlarıMoğolistan, Sibirya ve Yedisu eyaletlerinde, Orhon ve Yenisey ırmakları yöresinde bulunan bu Türkçe yazıtlar, Türklerin devlet anlayışı, yurt sevgisi, devlet görevlilerinin sorumlulukları v.b. konularda da açıklamalar yapar. Orhon'dan Tuna'ya, Yakutistan'dan Gobi'ye kadar olan bölgeye yayılarak, bu bölgenin Türk kültürünü meydana getiren bu yazıtların ilk zengin grubunu Kuzey Moğolistan yazıtları oluşturur.Bu gruba giren Ongin, Kuli-Çur, Selenga, Karabalasagun, Suci v.b. yazıtlarından başka, büyüklükleri bakımından şu üç yazıt çok önemlidir: Bilge Kağan tarafından 732'de diktirilen Kültigin yazıtı, Bilge Kağan oğlu tarafından 735'te diktirilen Bilge Kağan yazıtı ve Tonyukuk'un ihtiyarlık yıllarında bizzat diktirdiği (720-725) Tonyukuk yazıtı. Diğer gruplarda şöyle sıralanabilir: Yenisey havzası yazıtları, Altay yöresi yazıtları, Lena ve Baykal yöresi yazıtları, Doğu Türkistan yazıtları, Orta Asya yazıtları, Doğu Avrupa yazıtları.