8 Ocak 2008 Salı
URANÜS
URANÜS
Güneşe uzaklığı: 2733.6 2868.8 3004 Mio km
Yörüngesel dışmerkezlilik: 0.047
Yörüngesel eğiklik: 0.8 0
Eksensel eğiklik: 98 0
Çap: 51.120 km
Kurtulma hızı: 22.5 km/sn
Kütle: 14.6 (Yer = 1)
Hacim: 67 (Yer = 1)
Yoğunluk: 1.3 (su =1)
En yüksek kadir: 5.6
Dolanım süresi: 84 yıl
Eksensel dönme: 7 s 14 dk
Kavuşum dönemi: 370 gün
Uyduları: 15 adet
Cordelia, Ophelia, Bianca, Cressida, Desdemona, Juliet, Portia, Rosalind, Belinda, Puck, Miranda, Ariel, Umbriel, Titania, Oberon
Gözlem koşulları: Uranüs hiçbir zaman 6. kadirden daha parlak olmaz. Bu nedenle çıplak gözle ancak olağanüstü açık ve temiz gökyüzü koşullarında bile sadece küçük sönük bir yıldız gibi görülebilir. Küçük teleskoplarla yeşil bir yuvarlak olarak görülür, ayrıntı seçilemez. Uyduları ancak çok büyük teleskoplar ile görülür. 84 yıl süren dolanım süresi ile Uranüs bir takımyıldızdan diğerine çok yavaş geçer. 90'lı yıllar boyunca Yay ve Oğlak takımyıldızlarında olacaktır.
Eski zamanlarda gezegenlerden beş tanesi biliniyordu. Bunlara Güneş ve Ay da eklendiğinde Güneş sisteminin yedi üyesi oldu. Yedi mistik rakamdı, dolayısıyla bundan daha uygun bir sayı da olamazdı. Ayrıca yeni bir büyük gezegen olabileceği pek akla gelen bir fikir değildi. Bu durum, tanınmamış bir amatör gözlemcinin gök bilimi dünyasını sarsan keşfini yaptığı 1781 yılına kadar böyle kalmıştı.
William Herschel, Hanover’da doğmuş ancak genç sayılabilecek bir yaşta Ingiltere'ye gelerek org çalmaya başlamıştır. O sıralarda çok gözde bir yer olan kaplıcalarıyla ünlü Bath’e yerleşen Herschel, kısa süre içinde çok ünlü olmuştu. Gök bilimi ile bir hobi olarak ilgilenen müzisyen, aynalı teleskoplar yapıyordu. Ayrıca birinci sınıf bir gözlemciydi. 1781 yılının 13 Mart gecesinde el yapımı teleskoplarından biriyle Gemini takımyıldızını yani Ikizler’i oluşturan yıldızları incelerken gördüğü şey bütün hayatını değiştirecekti. Onun sözlerinden alıntı yapacak olursak:
“Gemini takımyıldızı civarındaki yıldızlara bakarken, diğerlerinden daha büyük olan bir tane gördüm. Bu beklenmedik görüntü karşısında onu, Gemini takımyıldızındaki yıldızlarla ve Auriga ile Gemini arasındaki küçük yıldızla kıyasladım, sonuçta hepsinden daha büyük olduğunu gördüm. Bu durumda onun bir kuyruklu yıldız olduğu sonucuna vardım.”
Kuyruklu yıldılar ilginçtir ama az rastlanır değillerdir, dolayısıyla Herschel de bu keşfi karşısında pek heyecanlanmamıştı. Bu cisimden bahsettiği ilk yazının başlığı Bir Kuyruklu Yıldızın Beyanı’ydı. Ve o bu yazıyı yazarken bulduğu şeyin ne kadar önemli olduğunun farkında değildi. Daha sonra cisim üzerinde çalışan matematikçiler cismin yörüngesini belirlediler. Ortaya çıkan yörünge hiç de bir kuyruklu yıldızınmış gibi durmuyordu. Aslında bu cisim, Güneş etrafında bir tam dönüşünü 84 yılda tamamlayan, Güneş’ten ortalama 2.867.000.000 km uzakta olan ve Satürn’den çok daha uzakta bulunan bir gezegendi.
Herschel, cisme Ingiltere Kralı III. George’un şerefine Georgium Sidus yani George Yıldızı adının verilmesini önerdi. III. George, Herschel’e Kral’ın Gök Bilimcisi ünvanını vermiş ve ona müziği bir iş olarak devam ettirmesini gereksiz kılan, tüm zamanını gök bilimine adamasına olanak veren bir aylık bağlamıştı. Yabancı gök bilimciler cisme verilen bu isimden pek hoşlanmamış ve hatta kâşifin şerefine Herschel denmesini bile kabul etmişlerdir.Daha sonra, mitolojik sistemin kullanımını yaygınlaştığında, yeni gezegenin adı, göğü temsil eden tanrının anısına Uranüs olmuştur.
Keşiflerin şans meselesi olduğu genel kabul gören bir görüş olsa da bu, düzenli bir şekilde gökyüzünü gözden geçirmekte olan Herschel’e yapılan bir haksızlıktı. Arkadaşı Dr. Hutton’a yazdığı bir mektupta söylediği gibi: “O akşam çok çalıştığım için gözden kaçırdım diyelim, ama ertesi gün farketmeliydim. Teleskobum o kadar iyiydi ki kolayca görülen gezegen yüzeyini bakar bakmaz görebilirdim.” Herschell hiç teleskop yapmamış olsa bile bu yeni gezegenin o günden pek de uzak olmayan bir tarihte farkedilebileceği çok açıktı. En geç yeni yüzyılın ilk yıllarında, Mars ile Jüpiter’in yörüngeleri arasındaki kayıp gezegeni aramakta olan Schörter’in yılıdız polisleri tarafından bulunacaktı.
Uranüs’ü ilk farkedenin Herschel olduğu doğrudur; ama o, gezgeni ilk gören kişi değildir. Daha önceki yıllarda birçok kez kayda geçirilmiştir. Ilk Kraliyet Gök Bilimcisi olan John Flamsteed, 1690 ile 1725 yılları arasında Uranüs’ü tam altı kere görmüştür. Normal bir yıldız olduğunu düşünerek pek üzerinde durmayan Flamsteed ona, bir yıldız ismi ( 34 Tauri) bile vermiştir. Keskin gözlü insanlar nereye bakacaklarını bilirlerse, ortalama kadri 5,7 olan gezegeni çıplak gözle kolayca görebilirler.
Uranüs de devlerden sayılabilir. Jüpiter’e veya Satürn’e göre küçük sayılabilir; ancak Dünya’dan çok daha büyüktür. Ekvatoral çapı 51.120 kilometre kadarken, küresel olarak basık sayılabileceğinden kutupsal çapı bu değerden daha düşüktür. Satürn’e göre çok yoğun sayılabilecek Uranüs, sudan yoğundur. Hacimsel olarak Dünya’dan 67 kat büyüktür; ancak kütlesi Dünya’nınkinin sadece 141/2 katı kadardır. Kurtulma hızı saniyede 22,5 kilometredir. Yüzey çekimi ise Dünya’nınkinden biraz daha fazladır.
Bir teleskop ile bakıldığında Uranüs, soluk mavimsi yeşil bir yuvarlak olarak görünür. Esrarengiz hiçbir tarafı yoktur. Bulutların üst kısımları o kadar soğuktur ki, metan donarak altındaki amonyak bulutlarının üzerini kaplayan bir bulut katmanı oluşturur. Metan, uzun dalgaboylu ışıkları emerken mavi ve yeşili emmez; bu da Uranüs’ün niye o renk görüldüğünü açıklamaktadır. Atmosferi hidrojen açısından zengindir; yüzde 15 oranında da helyuma rastlanır.
Uranüs’ü Jüpiter’in veya Satürn’ün küçük bir kopyasıymış gibi görmek son derece yanlıştır. Incelendiğinde onlardan oldukça farklı olduğu görülür. Son kuramlara göre, büyüklüğü tam olarak belirlenememiş olsa da bir çekirdeği vardır. Bu çekirdeğin üzeri, gazların buzlar ile karışımlarından oluşan kalın tabakalarla çevrilidir. Bu tabakalar bulutların üst kısımları kadar soğuklarsa donmuş halde bulunmaları gerekir. Karışımların büyük çoğunluğu bir tür su karışımından oluşuyor gibi görünmektedir. Bu su ayrıca amonyak ve metan ile birleşerek kalın, buzlu bulut katmanlarını da oluşturmaktadır.
Voyager 2 göreve çıkmadan çok önce ortaya atılan bu görüşler, uzay araçlarından elde edilen bilgileri tarafından doğrulandı. Uranüs ile ondan bir dışarıdaki dev olan neptün, ikiz sayılabilirler. Jüpiter/Satürn çifti, Uranüs/ Neptün çiftinden oldukça farklıdır. Ayrıca en dıştaki devler arasında da birçok farklılık vardır. Içsel bir ısı kaynağı olmayan veya en iyi olasılıkla çok güçsüz bir ısı kaynağı olan Uranüs’ün ekseni inanılmayacak kadar eğiktir.
Jüpiter veya Satürn kadar olmasa da Uranüs’ün de hızlı bir dönücü olduğu söylenebilir. Bugün dönme süresinin 17,24 saat olduğunu biliyoruz. Bu süre, Voyager 2’nin uçuşundan önce tahmin edilenden uzundur. Dünya’dan, kutup bölgeleri gezegenin yuvarlağının orta bölümünde yer alır biçimde görüldüğü zamanlar olur.
Gezegenlerin çoğunun dönüş eksenleri ile yörüngeleri arasında dik sayılabilecek bir açı vardır. Dik açıdan sapma Dünya için 23,5 derecedir; Mars’ınki de yaklaşık bu kadardır; Satürn ile Neptün biraz daha eğikken Jüpiter ve Merkür neredeyse dimdiklerdir. Uranüs’ün durumu ise tamamen kendine özgüdür. Eksenel eğikliği 98 derecedir ki bu değer dik açıdan daha fazladır; yani teknik olarak geriye doğru devinmektedir. Bu da Uranüs’te yaşanan mevsimlerin biraz garip olacağı anlamına gelmektedir. Önce bir kutup, daha sonra ise diğer kutup 21 Dünya yılı kadar süren bir karanlığa gömülecektir. Bu uzun gece boyunca karşı kutupta da gce yarısı güneşi hüküm sürecektir. Dönüş süresinin geri kalanında ise uç durumlara daha az rastlanır.
Peki ama hangisi kuzey kutbu, hangisi güney kutbudur? Bu soruya cevaplandırmak sanıldığı kadar kolay değildir. Voyager 2’nin 1986 yılında gerçekleşen karşılaşması sırasında Pasadena’daki Görev Kontrol Merkezi’nde verilen basın demeçleri hakkında sonuç alınamayan bir tartışma çıkmıştı. Uluslararası Gök Bilimi Birliği’nin (IAU), tutulum dairesinin (Dünya’nın yörünge düzlemi de diyebiliriz) üstünde kalan tüm kutupların kuzey kutbu, altında kalan bütün kutupların da güney kutbu olduğu yönünde bir kararı vardır. Bu durumda Voyager 2 geçerken güneş ışığı alan kutup Uranüs’ün güney kutbu olacaktır. Ancak Voyager ekibi bunu tersine çevirmiş ve güneş ışığı alan kutba kuzey kutbu demişlerdir. Seçim size kalmış. Ben IAU’nun kararına uyma taraftarıyım.
Bu aşırı eğiklik sonucunda, Dünya’dan bazen tam kutba bazen de tam ekvatora doğru bakmaktaız. Söz gelimi 1946 yılında kuzey kutbu yuvarlağın ortasında yer alıyor; ekvator ise kenarda dönüyordu. 1966 yılında ise ekvator yukarıdan aşağıya doğru dönerken, kutuplar kenarlarda yer alıyordu. 1985-86 yıllarında tekrar bir kutba (bu sefer güney) kuş bakışı bakmıştık. 2007 yılında ise bir ekvator görüntüsüyle karşı karşıya olacağız.
Hiç kimse Uranüs’ün niye bu kadar eğik olduğu konusunda bir fikre sahip değildir. En çok benimsenen kuram, gezegenin, ilk zamanlarında ona çarpan büyük bir cisim yüzünden yana yattığı yönündedir. Kuşkucu bir insan olduğumu kabul ediyorum ama, çapı 50.000 kilometre kadar olan bu büyükçe ve sıvı cismin nasıl olup da böyle eğilebileceğini anlayamıyorum. Ancak bu arada daha mantıklı bir açıklama bulamadığımı da söylemek istiyorum. Sonradan bahsedeceğim başka bazı etkenler, Güneş sisteminin dış kısımlarında milyarlarca yıl önce alışılmadık şeyler olduğu yönünde belirtiler içeriyor.
Büyük teleskoplarla bile Uranüs’ün soluk yuvarlağı üzerinde gerçek anlamıyla birşey göremeyiz. Uranüs son derece kişiliksiz bir dünyadır; Jüpiter ve Satürn’e göre (ve hatta Neptün’e göre bile) çok daha donuk olduğu tartışma götürmez.
Uranüs’ün parlaklığında uzun dönemli ve kısa dönemli olmak üzere bazı farklılıklar görülür. Bunun nedeni büyük bir olasılıkla üst katmanlardaki bulutlarda yaşanan değişikliklerdir. Ayrıca Güneş’ten yayılan enerjinin az da olsa farklılık göstermesinin de bir rolü olması muhtemeldir. Bu konuda, değişen-yıldızlarla ilgili olarak yürütülenlere benzer amatör gözlemler çok yararlı olabilir. Ancak kesin ölçümler yapmak pek kolay değildir, çünkü Uranüs, parlak bir ışık noktası gibi değil de belirgin bir yuvarlak olarak görünür.
Amatörlerin Uranüs’ün yıldızların önünden geçişlerini gözlemlemeleri de yararlı olabilir. Bu konuda tek problem Uranüs’ün çok yavaş hareket ediyor olması yüzünden bu tür örtülmelerin sık yaşanmamasıdır. Ancak 1977 yılında gerçkleşen bir tane, çok önemli bir keşif yapılmasını olanaklı kılmıştır.
Tarih 10 Mart’tı ve ilgili yıldız 8. kadirdendi. Örtülme, aralarında Kuiper Airbone Gözlemevi’nin de bulunduğu birçok merkezden izlenebildi. Bu gözlemevi, büyük bir aynalı teleskop taşıyan bir uçaktı. Örtülmeden önce ve sonra yıldız birçok kez parıldadı. Bunun tek açıklaması yıldızın Uranüs’ün etrafında bulunan koyu renkli halkaların arkasında kalıyor olmasıydı. Daha sonra halkalar, özel kızılaltı teknikleriyle de saptandı. Böylece Voyager 2’nin uçuşundan önce onlar hakkında bilgi sahibi olmuştuk. Halka sistemi oldukça genişti; ama yine de Satürn’ün muhteşem halkalarıyla kıyaslanamazdı. Jüpiter’in halkaları parlak ve buzluyken, Uranüs’ünkiler kömür tozu gibi siyah ve dardı.
Voyager 2, Satürn’den 1981 yılında ayrıldıktan sonra çok uzun bir süre boyunca yol aldı. Üstelik araçta işler pek de yolunda gitmiyordu. Ana kamerayı taşıyan tarama platformu yeterince yağlanmamış olduğu için Satürn buluşmasının sonlarına doğru sıkışmıştı ve bir daha normale dönemeyeceğinden endişe ediliyordu. Neyse ki Uranüs’e yapılan ziyarette herşey yolunda gitti ve Voyager hiç hata yapmadan görevini tamamladı. Bu buluşma öncekilerden farlıydı, çünkü uzay aracı hedefine kutup bölgesinden yaklaşacaktı. Bu, hedef tahtasında tam onikiye isabet ettirmeye çalışmak gibi birşeydi.
Ilk büyük keşif 30 Aralık 1985’te, aracın gezegene en yakın olduğu tarihten neredeyse bir ay önce yapıldı. Voyager, Uranüs’e o zamana kadar belirlenen en yakın uydu olan Miranda’dan daha yakın yeni bir uydu tespit etmişti. Shakespeare geleneği devam ettirilerek bu uyduya Puck adı verildi. Onu dokuz yeni uydu izledi. Bir gök bilimci durumu, sanki Tanrı bir karıştırıcıya doldurduğu uyduları gelişi güzel fırlatmış, diye tasfir ediyordu. Bu uyduların hepsi ufaktı. En büyükleri olan Puck’un çapı bile 150 km kadardı. Voyager, uydunun koyu renkli ve kraterli bir cisim olarak görünen bir fotoğrafını çekmişti.
Daha büyük olan uydular da buzlu yapılıydılar; ancak birbirlerine pek benzemiyorlardı. Oberon’daki kraterlerin zeminleri karanlıktı; Titania’nın üzerinde hem kraterler hem de vadiler ve buzdan uçurumlar vardı; Umbriel, daha yumuşak görünüyordu ve yüzeyi sanki daha eskiymiş gibi duruyordu. Voyager’ın çektiği Umbriel fotoğraflarından parlak bir şekil görünüyordu ama uzay aracının konumu nedeniyle şeklin tamamıfotoğrafta yer almıyordu. Bir krater olduğu tahmin edilen bu yüzey şekline Wunda adı verilmişti. Ariel’in üzerinde, akan bir sıvı tarafından açılmış gibi duran geniş, dallara ayrılan vadiler göze çarpıyordu. Ancak uyduların hepsi de atmosfer tutmayacak kadar küçüktü. Dolayısıyla bir zamanlar Ariel üzerinde sıvı suyun akmış olabileceğini düşünmek hiç de mantıklı değildi. Sistemde üzerinde durulmaya değer tek parça Miranda’ydı. Miranda’nın yüzeyinde farklı farklı oluşumlar görülebiliyordu: Kraterli ovalar, sarp kayalıklar ve uçurumlarla kaplı parlak bölgeler, korona adı verilen ve yarış pistine benzeyen, ikizkenar yamuk şeklindeki büyük alanlar. Çapı yaklaşık 480 km kadar olan Miranda’nın garip yüzeyi bir bilmeceydi. Ilk zamanlarında büyük bir cismin ona çarpmasıyla parçalandığı ve daha sonra tekrar şekillendiği yönünde iddialar vardır; ancak gerçeği bilmiyoruz.
Halkalar net bir biçimde görülmüştü. Toplam on taneydiler. Ayrıca bir de en içteki halkadan neredeyse bulutların üst kısımlarına kadar yayılan seyrek bir madde vardı. Halkaların en geniş olanı en dıştakiydi; Epsilon halkası adı verilen bu halkanın iki çoban uydusu vardı. Cordelia ve Ophelia adlı bu uydular Voyager’ın ziyareti sayesinde tespit edilebilmişlerdi. Voyager, Uranüs’ten uzaklaşırken çekilen son fotoğrafta halka sisteminde bol miktarda toz bulunduğu görülmekteydi. Halkalar birkaç metre çaplı parçacıklardan oluşuyordu ve sonuçta kalınlıkları bir iki kilometreyi geçmiyordu.
Voyager 2, gezegene yaklaşırken birkaç bulut görülmüştü. Uranüs’te Jüpiter veya Satürn’de görülenlere benzer parazitler yoktu. Gezegenin kayda değer hiçbir özelliği yokmuş gibi görünüyordu. Nihayet belli belirsiz birkaç bulut ve radyo sinyallerine rastlandı; bunlar manyetik alanın varlığını gösteriyordu. Daha sonra Uranüs’ün manyetik alanının bizimkine göre ters olduğu, yani bizim kuzey dönme kutbu dediğimiz kutbun, manyetik güney kutup olduğu belirlendi. Manyetik eksen, dönme eksenine göre 60 derece eğikti ve üstelik kürenin merkezinden geçmiyordu.
Bu gerçekten de çok garip ve alışılmadık bir durumdu. Uranüs’te kutup ışıklarının, dönme kutuplarından çok ekvator civarında görüldüğü anlamına geliyordu. Manyetosfer gezegenin güneş alan yüzünde 600.000, arka yüzünde ise 6.000.000 kilometreye kadar uzanıyordu; yani uydu ailesinin tümünü içine alıyor demekti. Kısa dalgaboyunda yürütülen gözlemlerde, gündüz tarafında güçlü emisyonler görüldüğü saptanmıştır. Bu, Güneş sisteminde daha önce gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen ve bugün elektro aydınlanma olarak adlandırılan oluşuma neden olmaktadır.
Uranüs birçok bakımdan dev gezegenler arasında bir istisnadır. Sadece o bir iç ısı kaynağından yoksun görünmektedir; sadece onun eksenel eğikliği aşırıdır; yüzeyinde hiçbir etkinlik yok gibidir ve ekvatoru ile kutupları arasında sıcaklık farkı yoktur.
Uranüs’ten bakıldığında Güneş 1,5 yay derecelik bir açıyla görünecektir ki bu, Dünya’dan Jüpiter’in göründüğü büyüklüğün iki katından azdır. Ancak yine de Güneş çok parlak olacaktır ve bin tane dolunay kadar ışık saçacaktır. Diğer gezegenlerin pek azı görülebilecektir. Satürn çıplak gözle görülebilen bir cisim olacaktır; ancak Uranüs göğünde Güneş’e yakın bir konumda kalacak ve tıpkı Merkür gibi Güneş’in yanından pek uzaklaşamayacaktır. Yaklaşık 223/4 yılda bir de gezegen ile Güneş’in arasından geçecektir. Jüpiter hiçbir zaman Güneş’ten 17 dereceden fazla uzaklaşmayacak ve çoğu zaman çıplak gözle görülmesi mümkün olmayacaktır. Neptün ise karşı-konum civarındayken son derece parlak olacaktır; ancak onun ve Uranüs’ün, Güneş’in farklı taraflarında oldukları uzun süreler boyunca kaybolacaktır. Bu arada, Uranüs’ün Neptün’e bizim olduğumuzdan sadece biraz daha yakın olduğunu da gözden kaçırmayın. Haritalar yanıltıcı olabilir; bu iki gezegenin yakın komşu olduklarını düşünmek çok yanlıştır. Bu tıpkı bazı Avrupalıların Yeni Zellanda’nın Avustralya’dan bir taş atımı mesafede olduğunu düşünmlerine benzer.
Uranüs’ü görmek hiç de zor değildir. 1989 ile 1995 yılları arasında Sagittarius’ta yani Yay’da bulunmuştur; daha sonra geçeceği Capricornus’ta yani Oğlak’ta ise bu yüzyılın sonuna kadar duracaktır. Dürbünle bakıldığında yıldıza benzemeyişiyle ayırt edilebilir. Bir teleskop kullanılırsa mavimsiyeşil yuvarlak görünür hale gelir. Ilginç ve garip bir dünyadır. Ayrıca modern insan tarafından keşfedilen ilk gezegen olma gibi bir özelliğe de sahiptir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder