8 Ocak 2008 Salı
DÜNYA (YER)
DÜNYA (YER)
Güneşe uzaklığı: 147.2 149.6 152 Mio km
Yörüngesel dışmerkezlilik: 0.017
Yörüngesel eğiklik: 23.4 0
Eksensel eğiklik: 0 0
Çap: 12.753 km
Kurtulma hızı: 11.2 km/sn
Kütle: 1
Hacim: 1
Yoğunluk: 5.52 (su =1)
En yüksek kadir:
Dolanım süresi: 365.2 gün
Eksensel dönme: 23 s 56 dk
Kavuşum dönemi:
Uyduları: 1 adet
Ay
Güneş sistemini hakkında genel bir sayfa hazırlarken, Dünya’ya sıra gelince nasıl bir tutum takınmak gerektiğini saptamak hiç kolay değil. O aslında normal bir gezegen; ama biz, üzerinde yaşıyor olduğumuzdan onu istisnai bir konuma yerleştiriyoruz. Halbuki bu, gök bilimcilerden çok jeofizikçileri ilgilendiren bir konu. Dolayısıyla ben burada sadece gök bilimi açısından bir anlam ifade eden durumlarla kısıtlamanın en iyisi olacağı kanısındayım.
Dünya’nın yörüngesinde herhangi bir olağandışılık yok. Dünya’nın Güneş’ten ortalama uzaklığı 149.597.000 kilometre; Güneş etrafında dolanım süresi 3651/4 gün; yörüngesel hızı saniyede ortalama 29,8 kilometre, yani saatte 107.000 kilometredir. Dünya’nın Güneş etrafında izlediği yol kusursuz bir daire değildir; Ocak’ta günberi, Temmuz’da günöte noktalarına ulaşırız. Ama mevsimler, değişen uzaklık (147.200.000 km ile 152.000.000 km) yüzünden değil Dünya’nın dönme ekseni yörünge düzlemine göre 231/2 derece eğik olduğu için ortaya çıkar. Diğer gezegenlerden Mars, Satürn ve Neptün’ün eksenleri de bizimkine benzer şekilde eğiktir. Jüpiter ve Merkür ise neredeyse dimdiktirler. Venüs, daha önce söz ettiğim gibi biraz gariptir; bize göre ters yönde dönmektedir. Uranüs daha da gariptir, çünkü eğikliği doksan dereceden fazladır.
Dünya büyüklük ve yoğunluk açısından da aynı şekilde özelliksizdir. Ekvatordaki çapı 12.757 kilometreyken, kutuplar esas alınarak ölçülen çapı 12.714 kilometre kadardır. Yani tam bir küre değildir, kutuplardan basıktır. Bu basıklık Mars’ınkinden az, ama Merkür ve Venüs’ünkilerden çoktur. Özgül ağırlığı 5,5’tur; yani Dünya, kendisiyle aynı hacmi kaplayan sudan 5,5 kat daha ağırdır. Venüs ve Mars Dünya’dan daha düşük yoğunluktayken, Merkür neredeyse aynıdır.
Dünya sadece tek bir konuda benzersizdir. Büyük bir uyduya sahip olan göreli en küçük gezegen odur. (Plüton ve refakatçisi Charon’u saymıyorum çünkü Plüton tam olarak bir gezegen sayılmıyor.) Ben Dünya Ay birlikteliğini çift gezegen olarak görüyorum. Geceleri aydınlatan bir ışık kaynağı olmasını bir kenara bırakırsak, Ay, okyanus gelgitlerinin esas yaratıcısıdır. Dünya dönerken Ay’ın çekim kuvveti, suların şişkinlik yapacak şekilde yükselmelerine neden olur, bu şişkinlik Dünya’nın diğer tarafında da görülür. Bu şişkinlikler Dünya ile birlikte dönmez ve Ay’ın altında kalmayı sürdürürler. Iki şişkinlik olduğundan, Dünya üzerinde bir noktada günde iki kere gelgitle karşılaşılır, yani şişkinlikler bir günde Dünya’yı iki kere dolaşıyor gibi görünürler. Gerçek hayatta durum daha karışıktır. Güneş’in de Dünya üzerinde gelgit yaratıcı güçlü bir etkisi vardır. Güneş ve Ay’ın aynı yönde çektikleri anlar (yani yeni ay ve dolunayda), gelgitlerin en güçlü oldukları zamanlardır. Büyük gelgitler olarak adlndırılan bu gelgitlere, bahar mevsimiyle hiçbir ilgisi olmadığı halde yanlış bir şekilde bahar gelgitleri de denir. En zayıf gelgitler ise yarım ayda görülür ve küçük gelgitler olarak adlandırılırlar.
Diğer gezegenlerde deniz olsaydı, yaşayacakları gelgit bizimkinden farklı olacaktı. Venüs’ün uydusu yoktur; varsayımsal Mars denizleri ise, hem Mars Güneş’ten uzak olduğundan hem de iki ufak uydu Phobos ve Demios gelgit yaratamayacak kadar çelimsiz olduklarından, sakin ve hareketsiz kalacaktır. Aslında bu ufak uyduların, Mars tarafından uzun süre önce yakalanmış iki asteroit olduğu düşünülüyor. Eğer bu mümkünse, Dünya’nın da henüz farkedemediğimiz küçük uyduları olabilir mi?
Ikinci uydu fikri çok eskiden beri vardır. Hatta Jules Verne, ünlü romanı Ay’a Seyahat ‘te bu fikri kullanmıştır. Başka uydu, romanın öyküsü açısından gerekliydi, çünkü bu uydu insanları taşıyan füzeye çarparak onu rotasından çıkartıyor; füze de Ay etrafında bir tur atıp Dünya’ya geri dönüyordu. Ancak bir küçük uydu varsa bu gerçekten de çok küçük olmalıdır. Dünya kadar yansıtma gücü veya ‘albedo’su (beyazlık derecesi) olan (yani yüzde kırk), 40 km çaplı bir uydu, bizden Ay kadar uzaktayken, birçok yıldız kadar, örneğin Orion’daki Betelgeux kadar, parlak görüncektir ki bu duumda onu eski zamanlardan beri biliyor olurduk. 40 km çaplı bir cisim 3 milyon kilometre uzaklıktayken bile çıplak gözle görülebilir. 20 km çaplı bir cisim ise aynı uzaklıktayken dürbün ile rahatça farkedilir. Uydunun çapının topu topu 1,5 kilomete olduğunu varsaysak bile ortaboy bir teleskop onu milyonlarca kilometre uzaktayken gösterecektir. Bu da eğer varolsaydı çok uzun zaman önce farkedilirdi demek oluyor. Yani eğer sonuçta küçük bir uydumuz varsa da ufacık ve büyük bir ihtimalle de şekilsiz bircisimden başka birşey olamaz.
Plüton’un kâşifi Clyde Tombaugh, savaşın sona ermesinden çok kısa bir süre sonra, yürüttüğü uzun ve sistemli çalışma ile küçük bir uydu aramaya girişti Kullandığı araçlar, binlerce kilometre uzaktaki futbol topu büyüklüğünde bir cismi yansıtma özelliği olmasa bile, saptayabilecek kapasitedeydi. Bu durumda 3 metre çapındaki bir cisim 15.000 km uzaktayken belirlenebilirdi. Ancak hiçbirşey bulamadı.
Bir süre önce 1685 nolu asteroit Toro hakkında ilginç bir varsayım ortaya atıldı. Çapı 10 kilometre kadar olan Toro, 8 Ağustos 1972’de, Dünya’ya oldukça yakın sayılabilecek bir mesafeden 21.000.000 km uzağımızdan geçmişti. Yörüngesi Dünya’nınkinden çok farklı değildi ve düzenli zaman aralıklarıyla yanımıza yaklaşıyordu. Bunun üzerine basında, onun Dünya’nın uydusu haline geldiği yönünde iddialar yer aldı. Ancak böyle bir şey söz konusu bile olamazdı; Toro, son derece normal bir asteroitti.
Ayrıca Ay ile aynı yörüngede ama biri Ay’ın 60 derece ilerisinde, diğeri de 60 derece gerisi olmak üzere Dünya’nın etrafında dönen, gök taşı parçacıkların- dan oluşmuş seyrek bulutlar olabileceğine dair bir düşünce vardı. Bu sabit noktalar, büyük Fransız matematikçisi Lagrange’ın anısına onun adıyla anılır. Böyle birşey imkansız değildi ve Polonyalı gök bilimci K. Kordylewski, bu bulutların görülebildiğini iddia ediyordu. Ama u bulutlar varlarsa bile yoğunlukları çok düşük olacaktır.
Gezegenlerarası madde ise kendini Burçlar Işığı ve Gegenschein olarak bilinen gök aydınlıkları şeklinde gösterir. Burçlar Işığı tutulum dairesi boyunca uzanır; ancak ya günbatımından hemen sonra ya da gündoğumundan biraz önce kısa bir süre için görülebilir. Samanyolu’nun orta derecede parlak kısımlarından bile daha parlak olduğu anlar vardır. Bu duruma Güneş sisteminin ana düzlemi etrafında yayılmış parçacıklar yol açar. Bu parçacıkların ortalama büyüklüğü bir iki mikron kadardır.(bir mikron, metrenin milyonda birine eşittir.). Burçlar Işığı, tutulum dairesi boyunca uzandığından, tutulum dairesi ufka göre dik olduğunda, başka bir deyişle Şubat/Mart ve Eylül/Ekim aylarında, iyi şekilde görülür.
Gegenschein’ı görmek çok zordur. Gökyüzünde Güneş’in tam zıt yönünde zayıf bir aydınlanma olarak görülür. En büyük halinde çapı dolunay’ın kırk katı kadar olabilir. Almanca olan ismi Ingilizce’ye Counterglow (Türkçe’ye ise Karşıgün) olarak çevrilmiştir. Bu olayın sebebi de gezegenler arası maddedir.
Meteorlar yani akan yıldızların da gezegenler arası çöplüğe dahil oldukları zannedilir. Ama gerçekte durum böyle değildir. Aslında meteorlar, kuyruklu yıldızların arkalarında bıraktıkları izlerdir. Dünya, bu tür bir izin içinden geçecek olursa, sonuç bir meteor yağmuru olur.
Bazı meteor yağmurları her yıl yaşanır. Bunlardan en görülmeye değer olanı Ağustos’un ilk günlerinde gerçekleşen Perseid yağmurudur. Bu isimle anılmasının nedeni meteorların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir. Bu durumun ortaya çıkmasına neden olan Swift-Tuttle kuyruklu yıldızı yörüngesini 130 yılda tamamlar. Dünya’nın yakınından en son 1992 yılında geçmiştir. Bir meteor atmosferin üst tabakalarına girdiğinde atmosferdeki parcacıklarla arasında oluşan sürtünme sonucu yanarak parçalanır. Tabii hiçbir meteor, etrafındaki hava sürtünme sonucu ısı yaratacak kadar yoğun değilse akanyıldız olarak görülmez. Üstelik saniyede 70 kilometrelik bir hızla gidiyor olması da birşey değiştirmez. Akan yıldızların genellikle deniz seviyesinden 190 km yukarıdayken görünür hale geldiği ve 65 kilometreye düşene kadar yandığı belirlenmiştir. Yere doğru olan yolculuklarını tamamladıklarında ise iyi kalite toz haline gelmişlerdir. Bilinen meteor yağmurlarından başka ara sıra görülen ve herhangi bir yönden gelen akanyıldızlar da vardır ki, bunlar bilinen hiçbir kuyruklu yıldızla bağlantılı değillerdir.
Hava bulunmayan Ay’da yıldız kayması görülmez; çünkü orada sürtünme yaratıp cismin parlamasına neden olacak hiçbirşey yoktur. Venüs’te ise bir meteor fazla yol almadan yok olacaktır. Yıldız kayması görmek istiyorsanız ya evinizde oturmalı ya da akanyıldızların çok sık görüldüğü Mars’a gitmelisiniz.
Gök taşları yani meteoritler ise hayli farklıdır. Küçük gezegen kuşağından gelen göktaşlarının kuyruklu yıldızlarla veya akanyıldızlarla bir bağlantıları yoktur. Büyükçe bir göktaşı küçük bir asteroit kadar olabilir. Bir göktaşı düştüğü yerde krater oluşturabilir.
Meteorit düştüğünü gören çok fazla kişi yoktur. Ancak 1965 yılı Noel arifesinde Barwell gök taşını, Ingiltere göklerini boydan boya katederek parçalarını Leicestershire üzerine dağıtmadan önce gören çok kişi olmuştur. Daha yakın bir zamanda ise yine yolculuğu çok kişi tarafından izlenen Bovedy gök taşının parçalarının büyük bir bölümü Irlanda Denizi’ne düşerken bir kısmı Kuzey Irlanda’da bulunmuştur. Son Ingiliz göktaşı da 5 Mayıs 1991’de Cambridgeshire yakınlarındaki Glatton’da görülmüştür. Bu 767 gram ağırlığındaki minik gök taşı, bahçesinde çiçekleriyle ilgilenmekte olan Bay Pettifor’dan 20 metre kadar uzağına düşmüştür. Şu ana kadar göktaşı çarpması sonucu ölen veya yaralanan olmamıştır. Ancak birkaç kişinin kıl payı kurtulduğu da bir gerçek.
Birçok müzenin gök taşı kolleksiyonu vardır. Ama siz en ağır göktaşı rekorunu halen elinde bulunduranı görmek istiyorsanız, Güney Afrika’da Grootfontein yakınlarında bulunan Hoba West çiftliğine gitmelisiniz Bu göktaşı hâlâ tarihöncesi zamanlarda düştüğü yerde duruyor. Toplam ağırlığı altmış tondan fazla olduğu için kimsenin onu kaçırmaya kalkışmayacağı çok açık.
Uzay Çağı’ndan önce elde edebildiğimiz tek dünya dışı madde göktaşlarıydı. Yapılan incelemeler birçok alt ayrım bulunsa da taşsı ve demirli olmak üzere iki ana tür olduğunu gösteriyor. Dünya’ya düşmüş bazı göktaşlarının Mars veya Ay’daki patlamalar sonucu onlardan kopmuş parçalar plduğu yönünde benim şüphe ile baktığım bir şey de var. Aslında ben Sir Fred Hoyle’ün Dünya’ya hayatın bir göktaşı aracılıyla geldiğini söyleyen kuramına pek de sıcak bakmıorum. Evet hayatın ortaya çıkışı esrarını hâlâ koruyor;ama bana kalırsa göktaşı kuramı beraberinde çözülebileceğinden daha çok sorun getiriyor.
Şimdi de gezegenlerarası maddeden son derece farklı olan atmosferimizi inceleyelim. Bildiğiniz gibi atmosfer birçok katmandan oluşmaktadır.Bu konudaki terminoloji fazlasıyla karmaşıktır; bu yüzden durumu basitleştirmek için sadece en temel kavramları kullanmayı amaçlıyorum.
Atmosfer esas olarak iki gazdan oluşmaktadır: Nitrojen (%78) ve oksijen (%21). Ayrıca bileşimde az miktarda da olsa argon ve karbon dioksit gibi başka gazlar ve değişken miktarda su buharı bulunur. Güneş sistemindeki başka hiçbir gezegen, bizimkine benzer bir atmosfere sahip değildir. Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan’ın atmosferinitrojn açısından zengindir; ancak geri kalan kısmın çoğunu metan oluştururken neredeyse hiç serbest oksijen yoktur.
Atmosferin en alt tabakası troposfer olarak bilinir. Troposferin kalınlığı 8 ile 18 km arasında değişir. Kalınlığı enlem göre değişiklik gösterir; en kalın olduğu bölge ekvatorun üzeridir. Normal bulutlarımızın ve havamızın bulunduğu yer burasıdır. Yükseklik arttıkça sıcaklık azalır; troposferin üst kısımlarında -44 santigrat’a (-80F) kadar düştüğü görülür. Elbette ki bu yükseklikte yoğunluk da oldukça düşük olacaktır.
Troposferin üzerinde 48 km yükseğe kadar uzanan stratosfer vardır. Yukarı doğru çıkıldıkça sıcaklığın düşmeye devam etmeyip aksine artması şaşırtıcıdır; tabakanın üst kısımlarında +15 santigrat’a (+60F) kadar çıkar. Bunun nedeni oksijenin özel bir biçimi olan ozonun varlığıdır. Bir ozon molekülü alışılagelmiş ki oksijen atomu yerine üç oksijen atomundan (O3) oluşmaktadır. Güneş’ten yayılan kısa dalga ışıma ozon tabakasını ısıtır ve stratosferdeki sıcaklığın daha fazla düşmesini engeller. Yalnız bu arada bilimsel anlamıyla sıcaklık ile bizim anladığımız ısı arasında bir fark olduğunu da gözden kaçırmayın. Sıcaklık, atomların ve moleküllerin hareket etmelerine bağlıdır; hareketler hızlandıkça sıcaklıkartar. Ancak stratosferde o kadar az molekül kalmıştır ki ısı ihmal edilebilir. Burada durumu bir benzetmeyle açıklayabiliriz. Havaî fişek kıvılcımları çok sıcaktır; ancak kütlleri o kadar düşüktür ki onlar elinizle tutmanın hiçbir sakıncası yoktur(Yani sadece kırmızı olan bir demir parçası daha düşük bir sıcaklıktadır denebilir;ama yine de elinizde tutmanızı tavsiye etmem).
Bir genelleme yapacak olursak, ışığın keskin hatlara sahip alt kenarları, deniz seviyesinden 95 kilometre kadar yukarıda başlar ve en fazla 110 kilometreye kadar çıkar. Normal üst sınır ise 300 kilometre kadardır; ancak istisnai olarak 965kilometreye kadar çıktığı da olmuştur. Kutup ışıkları çok çeşitli görünüşlerde ortaya çıkar; sadece basit bir parıldama olarak görülebileceği gibi yay, ışın, şerit, yelpaze, perde gibi biçimler aldığı da olur. Canlı renklerde ve hareketli bir yapıda olması da mümkündür. Izlemek için kullanacağnız en iyi araç gözlerinizdir. Işık sırasında kırılma sesleri ve keskin bir koku duyulduğu yönünde iddialar var; ancak belirtmem gerekir ki ben herzamanki gibi böyle bir iddialara şüphe ile yaklaşıyorum ve ne gürültü ne de koku olabileceğine ihtimal vermiyorum.
Merkür veya Ay’da kutup ışıkları görülmez. Mars`ta olabilir ama elimizde görülebildiği yönünde bir kanıt yok. Venüs’e gelince, orada görülen Ashen Işığı ile kutup ışıkları arasında bir bağlantı var gibi görünüyor. Dev gezegenlerdeyse güçlü kutup ışıklarına rastlanıyor. Ancak Uranüs ve Neptün’deki büyük ışık gösterileri, gezegenleri gördüğümüzşekliyle kutuplardan çok ekvatora yakın bölgelerde oluşuyor. Bu da, söz ettiğimiz iki gezegenin dönüş eksenleriyle manyetik eksenleri arasında aşırı bir eğiklik oluşundan kaynaklanıyor.
Iyonosferin üzerinde atmosferin en dış bölümü olan egzozfer vardır. Ancak egzozferin ulaştığı saptanabilir bir üst sınır yoktur; yoğunluğun genel gezegenlerarası atmosferik ortalamadan fazla olmadığı yerde azalıp yok olur. Egzosferin üst kısımları çarpışmasız gazdan oluşur; yani oradaki atomlar ve moleküller komşularıyla çarpışmadan sakin bir biçimde Dünya etrafında yörüngelerinde ilerler.
Şimdi de biraz Dünya`nın manyetik alanın en güçlü olduğu bölge olarak tanımlanabilecek manyetosferden bahsedelim. Damla şeklinde olduğu bölge olduğu söylenebilcek bu alanın sivri ucu Güneş’ten öte tarafa doğru uzar. Manyetosferin üst sınırı Dünya`nın Güneş`e bakan yüzünde 64.000 kilometreye kadar çıkarken karanlık tarafta çok daha yukarılara uzanır. Güneş`ten, Güneş rüzgârları olarak adlandırılan sürekli bir parçacık akışı vardır. Güneş rüzgârını oluşturan bu parçacıklar Dünya`nın manyetik alanıyla karşılaştıklarında bir şok dalgası olşmasına neden olurlar.
Manyetosferin içinde Van Allen kuşakları olarak adlandırılan iki yoğun ışıma bölgesi vardır. Kuşaklar adlarını, keşiflerini mümkün kılmış Amerikalı bilim adamı James Van Allen`dan almışlardır. Bu kuşakların varlıkları 1 Şubat 1958`de fırlatılan ve Amerika`nın ilk başarılı yapay uydusu olan Explorer 1`in taşıdığı araçlar sayesinde saptanmıştır. Iki ana kuşak vardır; birincisinin alt sınırı 8000 kilometrede başlar, ikincisi ise 37.000 kilometreye kadar uzanır. Esas olarak protonlardan oluşan alt kuşak Brezilya kıyısı bölgesinde Dünya yüzeyine doğru yaklaşır. Bunun nedeni Dünya’nın manyetik alanı ile dönme ekseni arasında bir denge bulunmasıdır. Güney Atlantik Anormalliği adı verilen bu durum, yapay uydularda bulunan teknik malzeme açısından tehlike oluşturur. Bu bölge içinde uzun süre kalan duyarlı araçlarda çeşitli sorunlar ortaya çıkar.
Dünya`nın manyetik alanının varlığı, demir açısından zengin çekirdeğin hareketleriyle ilgilidir. Ancak onu anlamak istediğimiz kadar anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Ama en azından diğer gezegenlerin manyetik alanlarıyla kıyaslayabiliriz. Bugün bildiğimiz kadarıyla şunları söyleyebiliriz: Ay`da ve Venüs`te manyetik alan, dolayısıyla Van Allen benzeri kuşaklar,yoktur. Mars`ta böyle bir alan varsa da oldukça zayıftır. Dev gezegenlere gelince, hepsi güçlü birer mıknatıs gibidirler.Jüpiter incelendiğinde, gezegenin etrafını saran ışınım alanlarını insanlı bir uzay aracının keşif amaçlı yolculuğunu engelleyebilecek kadar güçlü olduğu görülür. Bu, birçok açıdan uygun bir hedef sayılabilecek Jüpiter`i konu dışı bırakabilecek kadar ciddi bir tehdittir.
Dünya`nın iç kısımları hakkında bildiklerimizin çoğunu, deprem şokları sonucu ortaya çıkan dalgaları inceleyerek öğrenmişizdir. Burası bu konunun ayrıntılarına girmek için uygun biryer değil ancak; bizi ilgilendiren iki deprem dalgası türünden kısaca sözetmek istiyorum. Bunlardan birincisi bir sıvı içinde ilerleyebilirken diğeri ilerleyebilirken diğeri ilerleyemez.Çekirdeğin sıvı kısmını ölçme çalışmaları, ikinci tip dalganın tam olarak nerede durduğuna bakılarak yürütülür.
Dünya`nın kabuğunun okyanusların altındaki ortalama kalınlığı 10 kilometredir, bu sayı kıtaların altında 50 kilometreye kadar çıkar. Yerkabuğunun altında, 2850 kilometre kadar aşağıya inen ve Dünya`nın kütlesinin %67`sini oluşturan manto vardır. Mantoyu oluşturan maddenin erimiş hali genellikle deniz yatağındaki volkanik ağızlarınçevresinde görülen bazaltı oluşturur. Mantonun altında ise çekirdek vardır; sıvı ve katı olmak üzere iki bölümden oluşan çekirdeğin katı kısmı içtedir. Dünya`nın merkezindeki sıcaklık yaklaşık 4000 santigrat (7000 F) derece kadardır. Bu diğer iç gezegenlerde veya Ay`da görülmeyen yükseklikte bir sıcaklıktadır.
Jeoloji bize Dünya`nın tarihiyle ilgili çok önemli bilgiler sağlayabilir. Yaşı hakkında herhangibir kuşkumuz yok sayılır. Ilk baştaki atmosferin yok olduğunu ve Dünya`nın iç kısmından çıkan gazların ve buharın bugünkü atmosferi oluşturduğunu düşünüyoruz. En ilkel biçimiyle hayat, dünya tarihinde oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, büyük bir olasılıkla da denizlerde başladı. Başlangıçtayeni atmosfer karbon dioksit açısından çok zengindi. Bitkilerin karalar üzerinde yaygın biçimde yaşamaya başlamasıile bu durum değişti. Bitkiler fotosentez olarak adlandırdığımız süreç içinde atmosferdeki karbon dioksiti kullandılar ve serbest oksijen açığa çıkardılar. Kendimizi bir zaman makinesiyle geçmişe örneğin 500 milyon yıl önce yaşamakta olan Kambriyen Dönem`e, gönderebilsek boğulup gideriz.
Dünya`da düzenli aralıklarla buzul çağları yaşanmaktadır. Bu duruma henüz mantıklı bir açıklama getirilememiştir. Sonuncusu 10.000 yıl kadar önce bitmiş olan bu buzul çağlarının gelecekte de yaşanacağı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Küçük gezegenlerin etkisinden, Dünya`nın yörüngesindeki değişikliklere kadar değişen birçok konuyu içeren kuramlar ortaya atılmıştır. Ancak herşeyi gözönüne alıp düşündüğümüzde, işin içinde Güneş`in olması gerektiğini görürüz. Ne de olsa Güneş değişken bir yıldızdır.
Apollo astronotlarının gördüğü gibi Ay`dan bakıldığında Dünya`nın muhteşem bir görüntüsü vardır. Kalın bulutlar yüzünden Venüs yüzeyinden Dünya`yı görmek imkansızdır. Ama Venüs bulutlarının hemen üzerine çıkılıp bakılabilse Dünya (6,5 açı saniyelik büyüklüğüyle) birinci kadirden bir yıldız olarak çok etkileyici bir görüntüye sahip olacaktır. Mars,tan Ay tipi evreler geçiren çok hareket eden bir iç gezegen olarak görülecektir. Mars`tan görülen Dünya, hareketleri bakımından bizim gördüğümüz Venüs'e benzer. Jüpiter üzerinde bir gözlemci Dünya`yı görme konusunda zorlanacaktır. Daha dışarıdaki gezegenlerden bakıldığındaysa Dünya Güneşin parlaklığı içinde yok olacaktır. Güneş sistemi içinde önemsiz bir konumu olduğu çok açık; ancak o bizim gezegenimiz, bizim evimiz, üstelik tam bize göre.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder