8 Ocak 2008 Salı
VENÜS
VENÜS
Güneşe uzaklığı: 107.3 107.5 107.8 Mio km
Yörüngesel dışmerkezlilik: 0.007
Yörüngesel eğiklik: 3.4 0
Eksensel eğiklik: 178 0
Çap: 12.104 km
Kurtulma hızı: 10.3 km/sn
Kütle: 0.815 (Yer = 1)
Hacim: 0.86 (Yer = 1)
Yoğunluk: 5.25 (su =1)
En yüksek kadir: 4.4
Dolanım süresi: 224.7 gün
Eksensel dönme: 243.16 gün
Kavuşum dönemi: 584 gün
Uyduları: Yok
Gözlem koşulları:Güneş ve Ay'dan sonra gökyüzündeki en parlak cisimdir. En parlak olduğu dönemlerde (Güneşe çok yakın olmadığında) gündüz de görülebilir. Venüs'ün kavuşum dönemi 584 gündür. Bu sürenin yarısında (10 aydan biraz kıs bir süre) Güneş'den önce doğar, diğer yarısında da Güneş'den sonra batar. Kuzey yarımkürede, en iyi gözlem zamanı sonbahar sabahlarıdır. Çıplak göze Venüs, sabit, beyaz bir ışıkla parıldayan parlak bir cisim olarak görülür. Çok parlak olmasının nedenleri güneşe yakın olması ve Güneşten gelen ışığın %80'ini yansıtmasıdır (albedo değeri).
Güneş’e uzaklık bakımından ikinci gezegen olan Venüs, Merkür’den oldukça farklıdır. Aslında aralarındaki tek ortak nokta ikisinin de çok sıcak olmasıdır. 12.104 kilometrelik çapıyla Venüs neredeyse Dünya ile aynı boyuttadır. Güneş ışığını mükemmel bir şekilde yansıtır. Rastlantı sonucu yanımızdan geçen göktaşlarını ve kuyruklu yıldızları saymazsak Ay’dan sonra Dünya’ya en yakın doğal gök cismi Venüs’tür. Güneş etrafında neredeyse dairesel bir yörüngede döner. Güneş’ten ortalama uzaklığı 108.000.000 kilometredir, yani bize en yakın olduğu anda, topu topu Ay’ın yüz katı kadar uzaktadır. En parlak olduğu zamanlarda göz alıcı bir görüntüsü vardır.
Venüs de Merkür gibi gökyüzünde Hep Güneş’le aynı tarafta bulunur; ancak o ve Güneş arasındaki açısal uzaklığın 47 dereceye kadar çıktığı olur. Yani bu, Venüs’ün günbatımından sonra veya gündoğumundan önce, beş buçuk saat kadar görülebildiği zamanlar olduğu anlamına gelir. Bu durumda onu, karanlık zemin üzerinde muhteşem bir şekilde parıldarken görebiliriz. Eskilerin ona Güzellik Tanrıçası’nın ismini vermiş olmaları hiç de şaşırtıcı değil doğrusu.
Ama ne yazık ki teleskopla bakıldığında hayal kırıklığına uğranır, çünkü gerçek yüzeyi kalın ve bulutlu atmosferinin arkasında kalır. Venüs üzerinde Mars’taki gibi sert ve keskin izlerin olmayışı dikkat çekicidir. Üstelik Dünya’ya en yakın olduğu zaman yani iç kavuşum konumundayken karanlık yüzü bize dönüktür. Bu durumda çok nadir olarak gerçekleşen geçişler dışında onu göremeyiz bile. Dolun olduğu zamanlarda ise Güneş’in öteki tarafındadır; Güneş’in arkasındayken onu görebilmek gibi bir durum söz konusu bile değildir tabii ki. En parlak olduğu an güneş ışığı alan yüzünün yüzde otuzunun bize dönük olduğu zamandır. Ideal koşullar altında keskin gözlü insanlar hilâl aşamasındaki evreyi görebilirler tabii ki iyi bir dürbünle son derece kolay görülür.
Venüs’ün evreleri uzun bir süredir biliniyordu. Galelio, 1610 evrelerle ilgili kayıtlar tutmuştu. Zaten Venüs’ün hareketleri kesin bir şekilde biliniyor olduğundan evreler tahmin edilebilirlerdi. Ama ilk olarak 18. yüzyıl sonlarında enerjik Alman gözlemci Johann Schörter’in kuram gözlem nadiren çakışır. Schörter, dikotomi evresini, yani Venüs’ün tam yarım daire olduğu zamanı dikkatle ölçtü. Sonuçlar son derece şaşırtıcıydı. Venüs akşamları görüldüğünde yani küçülürken, dikotomi hep erken; sabah ortaya çıktığındaysa yani evre büyürken de hep geç oluyordu. Üstelik bu zıtlık bir görünüşten diğerine değişiyordu. Hiç kuşkusuz bunun sorumlusu Venüs’ün atmosferidir. Amatörlerin bu konuda yapacakları çalışmalar son derece ilginç olabilir. Venüs’ün atmosferi ilk olarak 1761yılında Rusya’nın ilk ünlü gökbilimcisi sayılan M.V. Lomonsov tarafından bulunmuştur. Venüs’ün, Güneş’in tam önünden geçtiği o yıl, Lomonsov, gezegeninin kenar çizgisinin kabarık göründüğünü farketmişti. Çok iyi ifade ettiği bu durum, oldukça kalın bir atmosferin varlığını gösteriyordu.
Venüs’ün geçişleri çıplak gözle bakıldığında son derece ilginç görünür, daha doğrusu görünürmüş, çünkü geçişlerin en sonuncusu 1882 yılında gerçekleşti. Geçişler, aralarında sekiz yıl olan çiftler şeklinde görülür, bir sonraki çifte kadar bir asırdan fazla zaman geçer. Sözgelimi 1874 ve 1882’de gerçekleşmiş olan geçişler, 2004 ve 2012 yıllarında gerçekleşecek olanlar izleyecektir.
Ikinci kraliyet gökbilimcisi olan Edmond Halley, on yedinci yüzyılda, daha önce James Gregory tarafından önerilmiş bir fikri geliştirdi. Gregory, Venüs geçişlerinin, gök biriminin yani Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın, ölçülmesi amacıyla kullanabileceği düşünüyordu. Bunun içinde Venüs’ün Güneş’in önünden geçeceği anın tam olarak hesaplanması ve ayrıca Dünya üzerindeki birçok noktadan gözlem yapılması gerekiyordu. Şu anda bu yöntem tamamen kullanım dışı olduğundan daha ayrıntılı anlatmanın hiçbir anlamı yok. Ancak siyah damla olarak adlandırılan bir etki yüzünden kesin bir sonuç elde edilememiştir. Venüs Güneş’in önünde ilerlerken, arkasında siyah bir şerit bırakır; bu şerit geçiş başladıktan bir süre sonra yok olur. Bu etkiyi yaratan yine Venüs’ün atmosferidir ve ortadan kaldırılması gibi bir şey söz konusu değildir. 1874 ve 1882 yıllarındaki geçişler son derece iyi gözlemlenmiş ama tatmin edici sonuçlar alınamamıştır. Günümüzde Güneş’le aramızdaki mesafeyi ölçebileceğimiz çok daha kullanışlı yollar olduğu için, gelecek geçiş çifti eskisi kadar önem taşımıyor. Ama yine de ben 8 Haziran 2004’ü iple çekiyorum!
Venüs çok nadir olarak bir yıldızın önünden geçerek onun görülmesini engeller; böyle olduğunda yıldız soluklaşır ve birkaç saniye titreştikten sonra kaybolur. Bu titreşmenin sebebi tutulmasından hemen önceki ışığın, bize Venüs’ün atmosferinden geçerek gelmesidir. Bu etkiyi 7 Temmuz 1959’da Venüs, Leo (Aslan) takımyıldızından Regulus’un önünden geçmiştir. Venüs daha uzunca bir süre büyük bir yıldızın önünden geçmeyecek.
Venüs’e teleskopla baktığınızda güçlü bir teleskop kullanıyor olsanız bile parlak bir yuvarlaktan çok daha fazlasını göremezsiniz. Şanslıysanız birkaç gölgelik keşfedebilirsiniz; ama izler çok bulanık görünür, dış hatları da belirsizdir. Hızlı bir şekilde yer değiştirdiklerinden onların Venüs’ün yüzey şekilleri olmadıklarını anlarız; gördüklerimizin Venüs’ün atmosferinin üs kısımlarındaki bulutlardır ve sonuçta bize pek bir bilgi vermezler. Normal fotoğraflar işimize yaramazken morötesi ışınlarla çekilmiş olanlarda bazı çizgi şekiller görünür. 1962’ye yani gezegenin yanından bir uzay aracının ilk kez geçişine kadar Venüs hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu.
O zamana kadar yapabileceğimiz tek şey atmosferin üst tabakasını spektroskop kullanarak incelemekti. 1930’larda atmosferin bizim atmosferimizden oldukça farklı olduğu ve çoğunluğunu ağır bir gaz olan karbondioksitin oluşturduğu saptanmıştı. Bu gazın yükselmesi değil alçalması beklendiğinden mantıksal olarak atmosferin gezegenin yüzeyine kadar tamamen karbondioksit-ten oluşması gerekiyordu. Bu da Venüs’ü gerçekten çok sıcak bir gezegen yapacak olan sera etkisine yol açardı. Peki bu durumda Venüs’te deniz olabilir miydi?
Olduğunu düşünenlerden biri, (yaptığı çalışma ona bir Nobel Ödülü kazandıracak kadar başarılı olan) Isveçli kimyager Svante Arrhenius, Venüs’ün, Dünya’nın yaklaşık 200 milyon yıl önce geçirdiği, Kömür Ormanları’nın oluştuğu ve en gelişmiş canlı biçiminin amfibyumlar olduğunu hatta henüz dinozorların bile uzak bir geleceğe ait olduğu Karbonifer Dönem’i yaşadığını iddia ediyordu. Arrhenius’a göre: “Hiç kuşkusuz Venüs yüzeyinin büyük bir kısmı Dünya’dakilere benzeyen, içinde kömür yataklarının oluştuğu ama yaklaşık 30 derece daha sıcak olan bataklıklarla kaplıdır. Ona belirli bir renk verecek biçimde toz kalkmaz; dışardan sadece bulutlardan yansıyan şaşırtıcı beyazlık görülür. Bu da gezegene dikkat çekici ve göz alıcı, parlak beyaz görüntüsünü verir. Atmosferin en üst tabakasındaki güçlü hava akımları, ekvator ve kutuplar arasındaki sıcaklık farkını neredeyse ortadan kaldırır. Yani Dünya’nın en sıcak olduğu dönemlerdeki koşullara benzer şekilde gezegen üzerinde tek tip bir iklim sürmektedir.
Venüs üzerindeki sıcaklık, bol ve bereketli bir bitki örtüsünü engelleyecek kadar yüksek değildir. Her tarafta aynı iklim koşulları hüküm sürdüğü için, değişen çevre koşullarına uyum sağlama gibi bir durum söz konusu değildir. Sadece, çoğu bitkiler alemine ait olan gelişmemiş canlı türleri bulunacaktır. Tüm gezegen üzerindeki organizmalar da az çok aynı türden olacaktır. Bitkisel süreç, yüksek sıcaklık yüzünden hız kazanacaktır. Dolayısıyla organizmaların büyük bir olasılıkla kısalacaktır. Bitkilerin cansız gövdeleri, açık havada bulunuyorsa, hızla çürüyecek ve boğucu gazlar yayacaktır. Nehirler tarafından taşınan çamurun içine gömülü olurlarsa, hızla küçük kömür parçalarına dönüşeceklerdir. Bunlar da daha sonra yeni katmanların yaptığı basınç ve yüksek sıcaklık sonucu grafit taneleri haline geleceklerdir...
Sıcaklık Venüs’ün kutup bölgelerinde, gezegenin ortalama sıcaklığından 10 derece kadar düşük olacaktır. Oralardaki organizmalar, diğer yerlerdekilerden daha üst düzey bir gelişim göstereceklerdir. Ayrıca böyle bir kıyaslama yapılabilirse gelişmişlik ve kültür açısından daha üstün olacaklardır. Bu gelişmiş tür kutuplardan ekvatora doğru aşamalı olarak yayılacaktır. Daha sonra sıcaklık düşecek, kalın bulutlar ve dolayısıyla kasvetli hava dağılacak ve belki bir gün, Dünya üzerindeki hayat, tekrar eski basit türlere dönmüşken veya yok olmuşken, Venüs’te, bizim ölümlü gözlerimizin alışık olduğu bir bitki veya hayvan türü ortaya çıkacaktır. O zaman da Venüs, göz alıcı parlaklığı sayesinde elde ettiği Babilli şöhretin yani Gökler Kraliçesi payesini, Güneş sistemindeki üst düzey varlıkları barındırışıyla gerçekten hak edecektir.”
Gerçekten de büyüleyici bir tablo. Ancak gezegenin, üzerinde bir damla bile su bulunmayan kupkuru bir çöl olabileceği fikri de var. 1950’li yıllarda bu iki görüş de geçerliliğini koruyordu, ayrıca bazı alışılmadık fikirler de vardı. Sözgelimi, Sir Fred Hoyle, Venüs’te petrol okyanusları olabileceğini ve dolayısıyla Venüs’ün Teksaslı en zengin petrol kralının bile rüyasında göremeyeceği bir yer olduğunu düşünüyordu. Amerikalı iki ünlü gökbilimci tarafından öne sürülen kurama Hoyle’unkinden daha fazla itimat gösteriliyordu. Fred Whipple ve Donald Menzel, okyanusların bildiğimiz su olduğunu ve bulutların da tıpkı okyanuslar gibi H2O’dan oluştuğunu öne sürüyorlardı.
Zamanın kısıtlı bilgileri ışığında Whipple-Menzel deniz kuramı oldukça akla yatkındı. Tahminen, atmosferdeki karbondioksit, suyu bozmuş ve maden sodasından okyanuslar oluşmasına yol açmıştı. Dünya üzerindeki hayat, sıcak denizlerde başlamış gibi görünüyor. O dönemde atmosferde bugünküne göre çok daha fazla karbon dioksit ve çok daha az serbest oksijen vardı. Dolayısıyla Venüs ilkel koşulları yaşayan bir dünya olmaz mı; yani Dünya gibi evrimleşebilme ve benzer bir gelişmiş hayat üretme kabiliyetine sahip olamaz mı? Bu açıdan da değerlendirildiğinde Whipple ve Menzel’in düşüncelerinin, Arrhenius’unkinden pek de farklı olmadığı görülüyor.
Dünya üzerinden yapılan gözlemlerde sorun çıkartan başka bir konu da dönüş süresiydi. Venüs yılı yaklaşık 225 Dünya günüdür; ama yapılan gözlemler sonucu kesin bir dönüş süresi belirlenememiştir. Aslında genel kanı dönüşün tıpkı Merkür için de geçerli olduğu zannedilen tutuluyor olabileceği yönündeydi. Ilk doğru bilgi 1956’da spektroskobik çalışmalar sonucunda alındı; dönme süresi çok uzun olmalıydı. Bugün dönme süresinin 243 Dünya gününden biraz fazla olduğunu biliyoruz. Bu da teknik olarak Venüs gününün, Venüs yılından uzun olduğu anlamına geliyordu. Işleri daha da karıştıran bir şey de Dünya ya da Mars’a göre ters yönde yani doğudan batıya doğru dönüyor olmasıdır. Gezegenin üzerinde Güneş’e bakacak olsaydınız, batıdan doğduğunu ve 118 Dünya günü sonra doğudan battığını görecektiniz.
Venüs’ün bu alışılmadık davranışının nedenini hiç kimse bilmiyor. Ilk zamanlarında, büyük bir gök cisminin çarpışıyla ters döndüğü gibi iddialar inandırıcılıktan çok uzak ama akla başka bir olasılık da gelmiyor. Üstelik bugün, üst kısımdaki bulutların dönme sürelerinin sadece dört gün olduğunu biliyoruz. Bu durumda genel tablo daha da karmaşıklaşıyor. Dört günlük süreyi ilk olarak 1960’lı yılların başında Fransız gök bilimciler yaptıkları bulanık gölgelikler çalışmaları sonucunda ileri sürmüşlerdi.
Uzay Çağı gelişmelerine geçmeden önce, onyedinci yüzyıldan beri bilinmekte olan, Ashen Işığı ile ilgili bir şey söylemek istemiyorum. Ondan ilk olarak, günümüzde Ay’ın kraterlerine isim koyan adam olarak tanınan cizvit gökbilimci Giovanni Riccioli söz etmiştir.
Ay hilâl evresindeyken, siyah zemin üzerinde görülebilecek kadar yükselmişken, Ay yuvarlağının aydınlanmayan, yani gece olan kısmını belli belirsiz bir şekilde parladığını görürüz. Genç Ay’ın kollarındaki Yaşlı Ay olarak da adlandırılan bu durumda esrarengiz bir taraf yoktur. Böyle olmasının nedeni Dünya’dan Ay’a yansıyan ışıktır. Teleskopla bakıldığında, Venüs üzerinde de bu benze bir durum görüldüğü olur. Ama bu benzer bir nedenle gerçekleşiyor olamaz, çünkü Venüs’ün uydusu yoktur. Ashen Işığı, neredeyse Venüs’ü ciddi olarak gözlemleyen herkes tarafından görülmüştür ama kontrast etkisi olduğu düşünülerek uzun yıllar boyunca ciddiye alınmamıştır. Ayrıca elimizde bu durumu gösteren herhangi bir fotoğraf da yok.
Bugün bu duruma, Venüs’ün atmosferinin üst kısımlarında meydana gelen elektrik olaylarının neden olduğu düşünülüyor. Durumun tam anlamıyla açıklanmasında amatör gözlemcilerin yapacağı çalışmaların çok yararı olabilir. Ashen Işığı, Venüs hilâl evresindeyken ve kısa bir süre için görülebilindiğinden eldeki veriler son derece yetersizdir.
Venüs’e gönderilen ilk uzay sondası, Ruslar tarafından 12 Şubat 1961’de fırlatıldı. Ancak sondayla bağlantı oldukça kısa bir süre sonra kesildiğinden ona ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Amerikalıların gerçekleştirdiği bir sonraki girişimse daha da başarısızdı. 22 Temmuz 1962 yılında Cape Canaveral’dan ayrılan Mariner 1 kısa bir süre sonra denize düştü. Başarıya aynı yılın 27 Ağustos’unda fırlatılan Mariner 2 ile ulaşıldı. 14 Aralık’ta Venüs’ün 34.000 km yakınından geçen sonda, bize çoğu gerçekten hayal kırıcı olan bol miktarda bilgi gönderdi.
Dönüş süresinin uzun olduğu doğruydu. Manyetik alanın varlığına dair herhangi bir belirti yoktu ve sıcaklık ölçümleri Venüs’ün yanı kavrulmakta olduğunu gösteriyordu. Bugün yüzey sıcaklığının 500derece santigrattan (900 F) fazla olduğu biliniyor. Bu durumda geniş denizler fikri suya düşmüş oluyor; ayrıca bu yükseklikteki bir sıcaklıkta ve atmosfer basıncın da, sıvı halde su bulunmaz. Yani Mariner 2, bize Venüs üzerinde hayat bulunduğu yönündeki fikirlerimizden vazgeçmemiz gerektiğini gösterdi.
Daha sonra Ruslar, gezegen üzerine kontrollü iniş yapma ve yüzeyden doğrudan bilgi toplama amaçlı bir dizi deneme gerçekleştirdiler. Bu çabalar bir süre boyunca hep başarısızlıkla sonuçlandı. Ya araçlarla bağlantı kesiliyor ya da yeni farkedebildiğimiz bir sorun olan atmosfer basıncı yüzünden sondalar inişe geçtiklerinde parçalanıyorlardı. Venera 5 ve 6’nın sonu böyle olmuştu. Ama 1969’da fırlatılan Venera 7, gezegene inerek yarım saat kadar, yüksek sıcaklığı ve basıncı doğrulayan bilgileri göndermeyi başarmıştı.1972’de Venera 8 daha da başarılı olmuş ve sessizliğe gömülmeden önce elli dakika kadar onunla bağlantı kurulabilmiştir. Daha sonra Ekim 1975’te ilk yüzey fotoğrafları alınmıştır. Venera 9, keskin kenarlı taş yığınlarının bulunduğu bir bölgeye; Venera 10 ise ona yakın daha düz bir alana iniş yapmıştı. Rüzgarın hızı oldukça düşüktü. Veneraların ikisinde de projektörler vardı ama kullanmalarına gerek kalmadı, çünkü ışık düzeyi, yeterince yüksekti.
1982’de Venera 13 ve 14’ten yüzeyle ilgili daha fazla bilgi alındı. Venüs hakkında edinilen her yeni bilgi, onun ıssızlığını daha da pekiştirdi. Kayaların portakal rengi görünmelerinin nedeni gökyüzünden gelen yansımaydı, kayaların rengi aslında griydi ve atmosferin alt tabakası saydamdı, gökyüzünde bulutlar vardı. Gezegenin yüzeyinden hiçbir koşul altında Güneş veya Dünya görülemiyordu, çünkü karbondioksitli, kalın ve yoğun atmosfer buna izin vermiyordu.
Amerikalıların Venüs çıkarması biraz daha farklıydı; çünkü amaç Dünya’dan ve uzay araçlarından radar kullanarak yüzey haritasının çıkartılmasıydı. 1978’de bir orbiterden ve yüzeyin farklı noktalarına inecek olan dört küçük sondayı taşıyan, otobüs olarak adlandırabileceğimiz büyük uzay sondasından oluşan bir filo fırlatıldı. Orbiter üzerine düşen görevi başarıyla tamamladı ve irtibatın kesildiği 9 Ekim 1992’ye kadar da çalışmaya devam etti.
1985 yılı Haziran ayında ilginç bir karşılaşma yaşandı. Rus Vega sondaları, Halley kuyruklu yıldızıyla olan randevularına giderken, Venüs atmosferine balonlar bıraktılar. Bu balonlar farklı seviyelerde hareket ederlerken birkaç saat boyunca izlenebildiler. O zamandan sonra Galileo ve Magellan uçuşları yapıldı. Galileo uzay aracının hedefi Jüpiter’di; Şubat 1990’da Venüs’ün yanından geçerek yoluna devam etti. Magellan bize şimdiye kadar elde edilmiş radar fotoğraflarını gönderdi. 1993 yılında hâlâ mükemmel bir şekilde çalışıyordu.
Şu ana kadar Venüs’ün yüzde doksanının haritası çıkarıldı. Sonuç oldukça büyüleyici. Venüs volkanik bir dünya; volkanik faaliyetlerin bugün de sürdüğüne inanmamız için bütün koşullar mevcut. Yüzeyin büyük bir bölümünü inişli yokuşlu çok geniş bir ova kaplıyor. Ayrıca iki ana dağlık bölge var: Kuzey yarım kürede Ishtar Terra, güney yarım kürede Aphrodite Terra. Ishtar büyüklük açısından Kuzey Amerika kadar; Aphrodite ise çok daha büyük. Çeşitli dağlar var; bunların en büyüğü olan Maxwell Dağları Ishtar’ın kenarında ve komşularına göre yüksekliği 8 km kadar. Ayrıca vadiler, kraterler ve örümcek ağlarını andırdıkları için araknoid olarak adlandırılan bazı yüzey şekilleri var. Dairesel volkanik yapılar olan araknoidlerin etrafı çeşitli karmaşık yüzey şekilleriyle çevrili.
Çoğu kakan tipinde olan ve Havaii’deki volkanlardan büyüklükleri dışında pek de farklı olmayan volkanlar da var. Beta Regio dağlık bölgesi üzerinde büyük bir ihtimalle halen aktif olan Atla ve Theie adlı iki büyük kalkan dağı yükselmektedir. Hâlâ aktif olduğunu düşündüğümüz diğer bir bölge de Aphrodite’nin kenarında bulunan Atla Regio’dur. Heybetli Sapas volkanı, 400 kilometrelik tabanı ve en az 1,5 kilometrelik yüksekliğiyle burada yer alır. Venüs yüzeyinde birçok yerde olduğu gibi burada da lav akıntıları olması kaçınılmazdır. Ayrıca Sapas Dağı’nın tepesinde çukurlar vardır.
Bütün bunlar bir yana, sonunda atmosferin yapısı ve bileşimi hakkında kesin bilgiler edinmeyi başardık. Hatırlıyorsanız gezegenin kendisi 243 günde dönerken, üst kısımdaki bulutlar için dönme süresi dört gündü ki bu bir süper dönme durumudur. Üst kısımdaki kasırga şiddetinde rüzgâr eserken yüzeyde yaprak bile kıpırdamaz. Bu da yüzey şekillerinin neden beklenenden az aşınmış olduğunu Venüs seviyesindeki basınç, Dünya’da deniz seviyesindeki basınçtan doksan kat fazladır; bulutlar da esas olarak sülfürik asitten oluşmaktadırlar. Kuşkusuz yağmur yağacaktır ama, yağan su değil, daha yüzeye varmadan buharlaşacak olan sülfürik asit damlacıkları olacaktır.
Venüs’te saptanabilir bir manyetik alan yoktur. Yani ağır ve demir açısından zengin çekirdeği Dünya’nınkinden hem göreli hem de gerçek anlamda daha küçüktür. Çekirdeğin üzerinde manto, onun üzerinde de yerkabuğu bulunur. Dünya’nın yerkabuğu manto üzerinde hareket etmektedir; zaten bunun için yanardağlar sonsuza kadar faal durumda kalamazlar. Bir volkan, mantodaki sabit bir sıcak nokta üzerinde oluşur; daha sonra yerkabuğunun kaymasıyla volkan yer değiştirir ve patlaması kesilir. Sözgelimi Hawaii adalarının oluşumu böyle gerçekleşmiştir. Yerkabuğu aslında karşılıklı hareket eden, birbirinden bağımsız levhalardan oluşmaktadır. Venüs’te ise böyle oluyor gibi görünüyor; yani orada bir volkan oluştuğunda, sıcak nokta üzerinde çok uzun bir süre kalabilir ve anormal boyutlara ulaşabilir.
Venüs’e ismi Olympus Kraliçesi’nin anısına verilmiştir. Bu yüzden, yüzey şekillerinin tümüne de kadın isimlerinin verilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak bir istisna var :Maxwell Dağları. Bu isim dağlara, karar resmen uygulanmaya başlamadan önce Iskoçyalı bir matematikçinin anısına verilmiştir.
Venüs ile Dünya ikiz gibidirler demiştik; o zaman neden birbirlerinden bu kadar farklılar? Bu sorunun yanıtı Venüs’ün Güneş’e çok daha yakın oluşunda yatıyor. Güneş sisteminin ilk zamanlarında, yani dört buçuk milyar yıl kadar önce, Güneş’in bugünkünden daha az parlak olduğu ve Dünya ile Venüs’ün aynı tip bir evrim sürecine girdikleri, örneğin benzer atmosferlere ve denizlere sahip oldukları düşünülüyordu. Ama sonra güneşin sıcaklığı artınca, bunun Venüs üzerindeki sonuçları korkunç oldu. Atmosferdeki su buharı molekülleri, Güneş’ten gelen kısa dalga ışınlarla parçalandı, buna bağlı olarak da oksijen v hidrojen molekülleri serbest kaldı. Hafif olan hidrojen, atmosferin üst kısımlarına doğru yükselerek uzaya dağıldı. Oksijen ise yüzeydeki kayaçlarla birleşti. Açıkça görülen sonuç, suyun yok oluşuydu. Venüs kozmik ölçütlerle kelimenin tam anlamıyla kupkurudur. Sıcaklık daha düşük olduğundan aynı süreç Dünya’da yaşanmadı. Böylece atmosferdeki su buharının büyük bir kısmı, 15 kilometreden daha az bir yükseklikte, yani güvenlikte oldukları bir yerde kalmış oldu. Oldukça az bir miktarı en üst katmanlara ulaşabildi.
Süreç devam edince Venüs’te kısa süre içinde bir çeşit sera etkisi yaşanmaya başlandı. Kayalardaki karbon tuzları yok oldu; Venüs hızlı bir şekilde canlı barındırma potansiyeli olan bir dünyadan, bugünkü kavurucu cehennem haline dönüştü. Artık karşımızda atmosfer basıncı parçalayıcı, sıcaklığı tahammül edilemez ve bulutların öldürücü asitle yüklü bir gezegen vardır. Venüs’e kadar gidip uzay aracınızdan çıktığınızda, anında boğulacak, kızaracak, ezilecek ve eriyeceksiniz. Pek hoş bir deneyim olmasa gerek!
Venüs’ün bir gün astronotlar tarafından ziyaret edilip edilmeyeceği belli değil; ama yakın gelecekte böyle bir şey kesinlikle imkansız. Atmosferindeki karbon dioksit moleküllerini parçalayıp oksijeni serbest bırakarak, gezegeni dünyalaştırma gibi öneriler var. Ama bu tür bir çalışma mevcut teknolojimizin o kadar ötesinde ki, bu konu üzerinde tartışmanın hiçbir anlamı yok. Bizim için Venüs, belli bir mesafeden izlememiz gereken bir gezgen. Peki teleskop kullanan gökbilimcinin yapabileceği şeyler nelerdir?
Şunların kayıtlarını tutabilir: Evreler (ama gözlem ve kuramın her zaman çakışmadığını aklından çıkarmadan),görülebilen herhangi bir gölge, ara çizgideki herhangi bir aykırılık, Ashen Işığı’nın herhangi bir belirtisi. Filtreler genellikle çok yararlı olur. Ashen Işığı sadece, hilal evresindeki Venüs karanlık zemin üzerindeyken görülebilir. Ama diğer gözlemlerin çoğunda en iyi sonuç günışığnda alınır ki, bu da guruba bakmaya uygun bir kullanmanız gerektiği anlamına gelir.
Venüs macerasının beklenmedik şekilde hüsranla sonuçlandığını kabul etmek gerekir. Sözgelimi, Camille Flammarion şu satırları yazalı henüz yüz yıl bile olmamıştır: “ Venüs üzerindeki yerleşik yaşam Dünya’dakinden biraz farklı olmalı... bu dünya bizimkinden hacim, ağırlık, yoğunluk, gün ve gecelerin uzunluğu bakımından çok az farklıdır. Dolayısıyla oradakiler, bitkiler, hayvanlar ve insan ırkları da neredeyse Dünya’dakilerle aynı olacaktır” Ama ne yazık ki Venüs bizi, Güneş sistemindeki diğer gezegenlerden daha fazla hayal kırıklığına uğrattı. Adını Aşk ve Güzellik Tanrıçası’ndan alıyor olabilir, ama yüzeyindeki koşullar geleneksel cehennem görüntüsüne daha fazla benziyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder